Saturday, August 25, 2007

Nazlı Ilıcak

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=17414

Beşir Ayvazoğlu - Aksiyon , Sayı: 166 - 07.02.1998



Nazlı Ilıcak


Nazlı Ilıcak


Tercüman’da çalışırken Nazlı Ilıcak’la aramızın pek sıcak olduğu söylenemezdi; bir çok konuda farklı düşünür, hatta zaman zaman tartışırdık.


Özellikle gazeteyi bilfiil yönettiği dönemde, sorumlusu olduğum sayfada yayımlanan bazı yazılara ve haberlere “takar”dı. Birkaç defa, “Eğer sayfamı beğenmiyorsanız, derhal istifa edebilirim!” dediğimi hatırlıyorum. Hayır, istifa etmemi istemezdi; aslında Kemal Ilıcak gibi o da kimsenin mağdur olmasını istemez, kimseye kötülük etmeyi aklının ucundan bile geçirmezdi, biliyorum. Galiba karşılıklı peşin hükümlerimiz vardı; ben onu Tercüman’ı batıran kadın olarak görür, Kemal Ilıcak’ın yanlış kararlarının arkasında onun olduğunu (ki bu genel kanaatti) düşünürdüm. Sanırım, o da beni biraz fazla ‘muhafazakâr’ buluyordu. Mehmet Barlas ayrıldıktan sonra gazetenin yönetimini kendisi üstlenince, münasebetlerimiz ister istemez sıklaştı ve birbirimizi daha yakından tanıma imkânı bulduk. Ne var ki hızla batmakta olan Tercüman maaşları bile ödeyemez duruma gelmişti; Kemal Bey, şansını bir de Altemur Kılıç’la denedi ama, dramatik son artık yaklaşmıştı. Ben sonuna kadar direnenler arasındaydım; ancak maaşımdan başka geçim kaynağım olmadığı için sonunda alamadığım maaşları, ikramiyeleri ve kıdem tazminatını gözden çıkararak başımın çaresine bakmak zorunda kaldım.

Nazlı Hanım’ın aslında saplantıları bulunmayan bir kadın olduğunu, ikna edildiği takdirde fikirlerini tashih edebileceğini, hatta değiştirebileceğini, o pek uzun sürmeyen müşterek mesai sırasında farketmiştim. Bir kere, her şeyi bildiği iddiasında değildi ve bilmediği konularda “bir bilen”e sormaktan çekinmezdi; ki bu çok önemli bir meziyettir. Bir süre sonra onun âdeta danışmanı haline geldim; belli konularda sık sık bilgime başvurur, bazan telefonla evden bile buldururdu. Şaşırtıcı bir tecessüsü vardı ve yeni bir şeyi öğrendiği zaman hayretini “Ama bunu siz nereden biliyosunuz?” sorusuyla, kendisini tanımayanlarda saflık izlenimleri uyandırabilecek bir çocuksulukta ifade ederdi; galiba hâlâ öyle.

Nazlı Hanım’ın en beğendiğim tarafı, inandığını ne pahasına olursa olsun sonuna kadar savunmasıydı. Hapse atılmayı göze alacak kadar cesur bir kadın olduğunu, 12 Eylül döneminde, işler yolunda giderken mangalda kül bırakmayan, ancak sarpa sarınca dilsiz kesilen erkek tâifesinin hayretten faltaşı gibi açılmış gözleri önünde konseye âdeta meydan okuduğunu bildiğim için, kendisine en çok kızdığım zamanlarda bile saygı duyardım. Bu saygının son bir yıl içinde bir çeşit hayranlığa dönüştüğünü söylebilirim; çünkü 12 Eylül’de gösterdiği cesareti 28 Şubat sürecinde de göstermiş, “aslan demokrat”ların büyük bir kısmı ustalıklı bir şekilde çarkederken, o, demokrasiyi ve haksızlığa uğradığına inandığı Refah Partisi’ni—görüşlerine hiç bir zaman katılmadığı halde— kararlı bir şekilde savunmaya başlamıştı. Evet, Nazlı Hanım’ı yazmalıydım. Ve bir ay kadar önce, bir iftar sonrası, Akşam gazetesindeki odasında oturduk, uzun uzun konuştuk. Hiç değişmemişti. Kısa ağızlığı ve sigarası bile...

Aslında Nazlı Hanım’a bütün hayatını anlattırdım; fakat öyle anlaşılıyor ki, bu kadar uzun bir girizgâhtan sonra tamamını değerli okuyucularıma aktarmam mümkün değil. Galiba, en iyisi onun mücadeleci karakterinin nasıl oluştuğunu anlatmaya çalışmak. Yalnız 14 Kasım 1944’te Ankara’da, Atatürk Bulvarı’ndaki Dağlar Apartmanı’nda doğduğunu, o tarihte babası Muammer Çavuşoğlu’nun Nafia Vekaleti’nde Kara Yolları Genel Müdürü olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum. Muammer Bey, üç dil bilen gözde bir teknokrattır; 1946 yılında aynı bakanlığa müsteşar olur. Demokrat Parti, iktidara gelince gözüne kestirdiği bütün teknokratlara, bu arada Muammer Çavuşoğlu’na da çengel atar. Ancak Muammer Bey, bürokraside bir süre daha kalmak istemiş ve müsteşar olarak dört yıl da Demokrat Parti’ye hizmet ettikten sonra 1954 seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçilip Münakalat Vekili (Ulaştırma Bakanı) olmuştur. O tarihte Ankara Koleji’nde okuyan Nazlı Çavuşoğlu, neler olup bittiğini idrak edemediğini, hatta babasının ne iş yaptığı konusunda bile bir fikrinin olmadığını söylüyor.

Ankara Koleji’ni bitirir bitirmez kendini İstanbul’da, Harbiye’deki Dame de Sion’un kasvetli ortamında yatılı öğrenci olarak bulan küçük Nazlı, babasının konumunu ve yaptığı işin mahiyetini çok sonradan idrak edecektir. Rahibeler tarafından yönetilen Dame de Sion’da, son derece baskıcı bir eğitim sistemi uygulanmaktadır; gündüzleri bile panjurları sıkı sıkı kapatılmış, sürekli elektriklerin yandığı, öğrencilerin dış dünya ile bütün irtibatlarını koparan bir buz damı. Pencerelerden dışarı bakmak bile yasaktır. Ailesinden birdenbire ayrı düşen küçük bir kızın asık suratlı rahibelerce yönetilen yatılı bir okulda nasıl bir dram yaşadığını tahmin etmek elbette zor değil. Nazlı Hanım, yatakhaneyi havalandırma nöbetini, panjurları açıp günışığını görme fırsatı yakaladıkları için dört gözle beklediklerini anlatıyor. Üç saat akşam etüdü, sabah altıda kalkış, kahvaltıdan sonra bir saat daha edüt.. Boş vakitlerini ise okulun hapishane avlusuna benzeyen, ağaçsız ve çiçeksiz avlusunda yakan top cinsinden oyunlar oynayarak değerlendirmek zorundadırlar. Nazlı’nın tek eğlencesi, hafta sonlarında High School’da okuyan ağabeyi Ömer’le Konak Sineması’na gitmektir.

Nazlı, Dame de Sion’da içine kapanmışsa da hırslı bir talebedir; Türk öğrencilerden çoğunun orta kısmını bitirdikten sonra ayrıldıkları bu zor okula sonuna kadar dayanmaya karar verir. 27 Mayıs 1960 gelip çattığında altıncı sınıftadır; neler olup bittiğini anlayınca büyük bir üzüntüye, ümitsizliğe ve şiddetli bir isyan duygusuna kapılır. Bu bakımdan 1960, onun hayatında en önemli dönüm noktasıdır. Babası Muammer Çavuşoğlu diğer demokratlar gibi hapse atılınca annesi Ankara’dan İstanbul’a gelir. Bir yandan büyük bir şok yaşarken, diğer yandan “leylî”likten, dolayısıyla Dame de Sion’un iç karartıcı gecelerinden kurtulmuş, bu arada şahsiyetini ve okuldaki konumunu keşfetmiştir; artık o sessiz ve Nazlı bir öğrenci değil, itiraz eden, isyan duygularıyla dolu bir genç kızdır. Özellikle derhal darbecilerden yana tavır koyan Türk öğretmenlere karşı...

Darbeden sonra, Nazlı’nın okulda en dayanamadığı şey, bayrak merasimlerinde İstiklal Marşı’ndan sonra “Olur mu böyle olur mu / kardeş kardeşi vurur mu?” marşının söylenmesidir; bu marşa başlanır başlanmaz merasimi herkesin göreceği şekilde terkeder. Yassıada filmlerinin gösterilmesini de büyük bir tepkiyle karşılamış, her seyredişinde Menderes’i “Yaşa, varol!” diye alkışlarken Egesel ve Başol’u nefesinin yettiğince yuhalamıştır. Rahibeler, Türk hocalara nazaran daha anlayışlıdır, “Bu filmleri sen istersen seyretme, rencide olursun!” derlerse de, o, sırf protesto edebilmek için her gösterime katılır. “Hatta, diyor Nazlı Hanım, Yassıada filmlerinin gösterildiği sinemaları gezmeye başlamıştım. Oralarda da aynı tepkiyi gösteriyor, daha sonra karanlıkta kaçıyordum”. Bir keresinde okulda Menderes’in çiftliği satılmasın diye para toplamış, ihbar edilince bir hafta tard cezası almıştır. Bu cezayı almasında, askerlik hocasıyla yaptığı tartışmanın da rolü vardır. Askerlik hocası Demokrat Partililerden “Memleketi satan, vatan hainleri!” diye söz etmeye başlayınca sıra kapağını şiddetle açıp kapayan Nazlı, “Susun, diye bağırır, bu şekilde konuşamazsınız!” Öğretmen kıpkırmızı olur ve “Çık dışarı!” der, ancak çetin cevize çatmıştır; “Sen çık!” karşılığını alınca sınıfı terkeder ve okul idaresine şikâyette bulunur.

Mücadeleci karakterinin temelinde, 27 Mayıs’a ve trajik sonuçlarına duyduğu tepkinin yattığını ve o tarihten sonra haksızlıklara asla tahammül edemediğini söyleyen Nazlı Hanım, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu’nun idamlarında o kadar derin bir biçimde etkilenir ki, tepkisini nasıl ifade edeceğini bilemez; Kalender’deki evlerinde, yatak odasının bütün duvarlarına, boş bir nokta bile kalmayacak şekilde, gazete ve dergilerden kestiği mahkeme ve idam fotoğraflarını yapıştırır. Sonra Menderes’in idamı; “Bir öğlen vaktiydi, diyor Nazlı Hanım, Kalender’deydik, çok iyi hatırlıyorum; bahçeye çıktım, güzel havaydı ve müthiş bir sessizlik vardı, yaprak kımıldamıyordu!” Evet, ülkede Menderes gibi bir başbakan asılmış, fakat yaprak bile kımıldamamıştı.

Nazlı Hanım, yıllar sonra, kocası Kemal Ilıcak’ın gazetesi Tercüman’da gazeteciliğe soyundu ve yazdığı ilk ciddi yazı dizisinde bu büyük dramı anlattı.

No comments: