Kesintisiz demokrasi !
Siviller ve askerler... Siyasi krizler ve ardından gelen askerî müdahaleler... Ara dönemler, geçiş dönemleri, yeni anayasalar ve referandumlarla gelen siyasi yasaklar ve kısıtlamalar... |
Bu kısırdöngüde kalmaya acaba daha ne zamana kadar mahkûmuz? Zaman zaman yaşanan siyasi krizler sivillerin inisiyatifi ile hiçbir zaman aşılamayacak mı? Türkiye demokrasiyi becerememiş üçüncü dünya ülkeleri seviyesinden bir türlü yukarı çıkamayacak mı? 50 sene öncesinin gündemini bugün en sıcak tartışmalarla yeniden yaşayan Türkiye bir yüz sene sonra da aynı tartışmaların göbeğinde mi olacak? Bu ve benzeri endişeler 21. yüzyılın eşiğindeki Türkiye’nin hâlâ içinden çıkamadığı gündem maddelerini oluşturuyor.
Türkiye MGK’nın 28 Şubat tarihiyle simgeleşen bir muhtıra tartışmasının içinde. “Cumhuriyeti kuran irade” olarak tanımlanan Silahlı Kuvvetlerin sivil—demokratik rejime MGK yoluyla yeni bir müdahalesi sözkonusu. Askerler “sorun” olarak belirledikleri konuların çözümü için koalisyon hükümetine bazı şartlar öne sürmüş durumda. Türkiye yine bir askerî müdahaleden medet umar duruma sürükleniyor. Bu arada gözardı edilen bir gerçek bulunuyor. Askerî müdahale mevcut krizleri çözer gibi görünüyor ancak sadece erteliyor ve mevcut problemlerin bir süre sonra daha büyük bir kriz halinde ortaya çıkmasına engel olamıyor. “Askerlerin kurduğu cumhuriyet” bugün olduğu gibi dönem dönem “yarı askerî cumhuriyet” olma çelişkisiyle karşı karşıya kalıyor.
Bugüne dek üç darbe yaşandı. Ancak demokrasiyle yönetilen bir ülkede sorulması gereken bir soru var; “Askerlerin sivil rejime müdahaleye hakları var mı?” Bu can alıcı ve bazı kesimler tarafından asla sorulmaması gerektiği düşünülen sorunun “evet” şıklı cevabı için anayasal ve yasal açıdan bazı dayanak noktaları bulunabilir. Günümüz yasal düzenlemelerine bakıldığında müdahalelerin anayasal zemininin bulunduğunu, daha açıkçası her müdahale sonrası bu zeminlerin hazırlandığını söylemek mümkün. Fakat bu “yasal” zeminin meşru, hukuki ve demokratik olduğunu söylemekse görüşlerini aldığımız aydınların da belirttiği gibi pek mümkün değil.
Ya devlet başa...
Aslında müdahalenin anayasa ve kanunların özüne aykırı olduğu biliniyor ve bu yüzden de meşruiyet kazandıracak kanunî düzenlemeleri hazırlamak için ilkönce anayasaya el atılıyor. Bir askeri müdahalenin meşru olmasının temel şartı ise başarıya ulaşabilmiş olmasıyla eş anlamlı. Albay Talat Aydemir örneğinde olduğu gibi başarılı olması halinde devlet başkanı olacakken başarısızlığı onu basit bir “isyancı” seviyesine indirerek darağacına gitmesine neden oldu.
Askerin yeri konusu
Silahlı kuvvetler rejim içinde ayrıcalıklı ve siyasî hayatı belirleyici bir rolde bulunuyor. Bu görüntüden askerî kesimin rahatsız olduğunu söylemekse pek mümkün değil. Askerler tarafından hazırlatılan 82 Anayasası orduyu siyasetin tam da içine çeken maddelerle dolu. Milli Güvenlik Kurulu’nun konumu, Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığa bağlı oluşu, sıkıyönetim komutanlarının Genelkurmay Başkanına bağlı olarak görev yapmaları, Yüksek Askeri Şûra kararlarının ve sıkıyönetim komutanlarının işlemlerinin yargı denetimi dışında bırakılması, askerler için ayrı yargı düzeni kurulması gibi konular Türkiye'ye özgü demokrasideki çelişkileri özetliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nde egemen güç kim? Millet mi, ordu mu? Yoksa pek öne çıkarılmayan gizli bir ortaklık mı sözkonusu? Bu soruların cevabını siyasi arenada net bir şekilde bulmak mümkün değil. TBMM'nin duvarlarında yazan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü teorik anlamda demokrasinin özünü yansıtsa da, Türkiye örneğinde yaşanan gerçeklerle zaman zaman bağdaşmıyor. Tartışılan ve bazı dönemlerde krizlere yol açan ikilem de zaten bu noktada yaşanıyor.
Yasama, yürütme ve yargı organları demokrasi ile yönetilen bir ülkenin temel idare şemasını oluşturuyor. Türkiye’de birinci sırada olma mücadelesi verse de bu şemaya dördüncü kuvvet olarak kitle iletişim araçlarını da eklemek mümkün. Ancak, bu dörtlü şema da Türkiye gerçeğini ortaya koymaya, en azından anlamaya imkan tanımıyor. Rejimin temel niteliğini tayin ve zaman zaman tamir eden asker—sivil bürokrasiyi gözardı etmek, yapılan değerlendirmelerde gerçek sonuçlara ulaşmayı engelliyor.
Bugüne kadar yaşanan darbeler acaba gerçekten rejimi kollamak ve kurtarmak adına mı yapıldı, yoksa seneler sonra birer birer ortaya çıktığı gibi askerler kendilerince çok önemli olan bazı konularda müdahalelerde bulunurken bazı iç ve dış menfaat gruplarının teşvik, tahrik ve provokasyonuna mı alet oldu? Silahlı kuvvetlerin en hassasiyet duyduğu konuların medya ve bazı “sivil ve resmi” kurumlar tarafından belli dönemlerde aşırı bir şekilde öne sürülmesi, gerçek niteliğinden saptırılarak abartılması Türkiye’yi içinden bir türlü çıkamadığı noktalara sürüklüyor.
Günlük siyasi polemiklerin ve çekişmelerin uzağında demokrasi konusunun her kesim tarafından ciddi bir şekilde yeniden gözden geçirilmesi gereği her geçen gün belirginleşiyor. Türkiye’de demokrasi acaba ne zamana kadar vazgeçilebilir bir kavram olmaktan çıkarak asıl hüviyetiyle hayatiyetini devam ettirebilecek? İçeride ve dışarıda “militarizm kıskacında Türkiye” değerlendirmeleri ne zaman son bulacak?
Demoklesin kılıcı
“Hangisi rejimi tehlikeye sokar: Bir meczubun cinsel ilişkisi mi, yoksa hükümet istikrarını sürekli tehdit eden, askere davetiye çıkaran, askerin sözcülüğünü yapan anlayış mı? Bir belediye başkanının yaptığı bir konuşma mı yoksa silahlı kuvvetleri siyasi arenaya davet eden bir zihniyet mi? ”
Yazar Ali Bayramoğlu artık cinnet derecesine varan son yılların en önemli siyasi krizinde vicdanlara bu can alıcı soruyu yöneltiyor. Evet, Türkiye neyi tercih ediyor? İstikrarı mı, belirsizliği mi? Yazar Bayramoğlu devam ediyor:”Ama olan oldu. Muhtıra fiilen verildi, darbe fiilen gerçekleşti. Bu kez TSK, mektup ve silah kullanmadı, basını kullandı. Bugün yaşananlar askerî müdahalenin güncelleştirilmiş halinden başka bir şey değildir. Kim ne derse desin, şu an ülkeyi kilit noktalarda yöneten, kamuoyunu yönlendiren askerî otoritedir. Ancak bu durum, gelişmelerin daha vahim görünüm kazanmayacağını, askerî müdahalenin renginin koyulaşmayacağını ifade etmez”.
Krizin başlangıç noktası
Kriz aslında RP lideri Erbakan’ın hükümeti kurmakla görevlendirildiği ilk günlerde başladı. Önce “Erbakan’a hükümeti kurma görevi verilmeyecek” dendi, görev verildiğinde, “Ordu RP’yi istemiyor” manşetleri atıldı. O kriz atlatıldı ancak bunu takip eden en önemli kriz çok geçmeden Başbakan Erbakan’ın İran, Pakistan ve Uzakdoğu gezisinin ilk durağı Tahran’da yaşandı. Başbakan Erbakan’ın, PKK’nın İran’daki faaliyetleriyle ilgili olarak, “İranlı yetkililerden bu konuda garanti aldım. MİT bizi yanıltıyor” sözleri krize yolaçtı. Gezinin hemen akabinde yapılan MGK toplantısında başbakana MİT tarafından bir kaset dinletildi. Kasette üst düzey bir İranlı yetkiliyle bir PKK yöneticisinin yaptığı konuşma yer alıyordu.
Tarifsiz bir kavram: Laiklik
28 Şubat bildirisinin özünü oluşturan laiklik konusu Türkiye’nin bir türlü çözüme ulaştıramadığı konuların başında geliyor. Bugüne kadar yapılan darbelerin hepsinin ana gerekçeleri arasında “laiklikten verilen ödün” maddeleri yer alıyor ancak imam—hatip liseleri ve Kur’an kurslarının sayısının en çok arttığı dönemler de yine askerî dönemler oluyor. Askerî idareler millet nezdinde meşruiyet kazanabilmek için bu tür gelişmelere “göz yummak” mecburiyetinde kalıyor.
Gazeteci—yazar Aytunç Altındal, herşeyden önce laiklik kavramının yerine oturtulması gerektiğini söylüyor. Başbakanlık bünyesinde bu konuda geniş çalışmalara başlandığını ifade eden Altındal, Türkiye’de sistemin ancak laiklik konusunun çözümlenmesinden sonra yerine oturacağını belirtiyor. Altındal, “Ancak bazıları bu problemi çözmek istemiyor ve mesele burada. Bunu istememe sebebi de Türkiye'deki 20 milyar dolara yakın rant geliridir. Bunu paylaşanlar krizlerden medet umuyor” diyor.
Aytunç Altındal, “Büyük sanayi kuruluşlarımızın yıllık gelirlerine bakıyoruz, yüzde 82'si rant geliri, yüzde 18'i sanayi geliri. Bununla bir yere varılamaz ki. Bunu biraz indireyim derseniz, ona bağlı medya kuruluşları ve gazeteciler hemen ortaya atılabiliyorlar. Kanal—7'de Masonlarla ilgili bir program yapıldı diye bakın neler oluyor. Ortalığı birbirine kattılar. Eğer istenen Batı tipi laiklikse bunda mesele yok. Ancak bir kesim ısrarla laikliğin tarif edilmesini istemiyor" diyor.
Yazar Çetin Altan, kişilerin laik olmaya zorlanmasının ya da bir kişinin “ben laikim” demesinin garip olduğunu söyleyerek, “Kişi laik olur mu? Devlet laik olur. İnsanlar “ben laikim” diyerek saçmalıyor. Kişi nasıl laik olur yahu. Kişi, Müslümandır, Hıristiyandır, ateisttir, putperesttir ancak devletin kimliği konusunda tercihini yaparken laikliği savunabilir” diyor.
Mümtaz Soysal ise laiklikle ilgili değerlendirmesinde, “Laiklik temelini korumanın hâlâ güç tehdidi kullanmayı gerektirmesi ve cumhuriyetin aşılabilecek bir ikilemi hâlâ aşamamış olması düşündürücüdür” diyor. Soysal, Türkiye’deki ikilemin millî egemenliğe dayalı laik devleti Müslüman bir toplumda gerçekleştirmek olduğunu ifade ederek, aşılmasının pek kolay olmadığını kaydediyor.
Dış itibar azalıyor
Muhtıra tartışmaları Türkiye’ye içeride ve dışarıda itibar kaybettiriyor. Türkiye’yi sarsan MGK kararlarını en az onun kadar dramatik olan Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler Zirvesi sonucu açıklanan karar izledi. En nazik ifadesiyle “Türkiye, AB’ye tam üyeliğe aday bir ülke değildir” şeklinde özetlenebilecek olan karar Türkiye’yi 70 yıllık macerasının bir anda dışına itiyordu.
Ardından, 2004 Olimpiyatları için yapılan seçmede Türkiye 5 aday ülke arasına bile alınmadı. Aynı şekilde tekstil konusunda büyük koz elde edecek Türkiye için çok önemli bir avantaj olan Hong Kong fırsatı da sürekli askerî müdahale tehditi altında bulunan bir ülke konumunda bulunulduğu için ulaşılmaz hale geliyor.
Türkiye her geçen gün pompalanan istikrarsızlıkla yerli ve yabancı yatırımcılar için hiç de iç açıcı bir tablo sergilemiyor.
Darbe çare değil
Yazar Cengiz Çandar “Darbe sözcüğünü ağzımıza bile almamalıyız” diyor ve “Silahlı Kuvvetlere yalakalık yapılırken, onun itibarının ciddi biçimde kemirildiğini de görmek zorundayız” uyarısında bulunuyor. Çandar, “darbe olmaması için mevcut hükümetin demokratik yollardan düşürülmesi gerektiğini savunmanın aba altından sopa göstermek olduğunu” belirtiyor.
DSP’nin gazeteci milletvekili Ahmet Tan, “MGK kararları demokrasi açısından garip mi derseniz hayır derim. Çünkü eğer anayasada ve yasalarda bulunuyorsa bunun gereği yerine getirilmek mecburiyetindedir” şeklinde konuşuyor. Ahmet Tan, demokrasi mücadelesini askere karşı değil antidemokratik maddelere karşı yapmak gerektiğini söylüyor. Tan, silahlı kuvvetlerin laiklik konusundaki hassasiyetinin ise siyasi bir tavır değil, anayasanın öngördüğü bir gereklilik olduğu görüşünde:
“Anayasada ve yasalarda 10 yılda bir tekrarlanan darbelerin tortuları elbette var. Ama rahatsızlık kaynağı asker değil, ona o olanağı tanıyan ihtilal kalıntısı anayasa ve yasa maddeleri. Siz eğer o maddeleri değiştirmiyorsanız, uygularken itiraz edemezsiniz. Siyaset zorlamayı kabul etmez. Orduyla mücadele ediyor izlenimi vererek sistemi zorlayamazsınız”.
Yazar Çetin Altan, “MGK demokratik değil deniyor. Be kardeşim senin anayasan demokratik mi ki?” diye soruyor. Türkiye’de anayasaların hepsinin darbe sonucu hazırlandığına dikkat çekerek, “Darbeyle yapılmış anayasaları değiştirmediğin vakit yeni bir darbeden yakınma hakkını azaltırsın. Çünkü pratikte darbeyle beraber olduğun ortaya çıkıyor. ‘MGK yetkisini niye kullanıyor’ diyemezsin. Çünkü anayasada yeri var. Parlamentonun egemen olduğunu söylüyorsun ama niçin değiştirmiyorsun?” diyor.
Yazar Koray Düzgören ise bu noktada, “İşte anayasamız var, bu anayasayı uygulayalım’ demek bence çok büyük bir demogoji. Bu anayasanın neresi uygulanacak ki yani!” diyor. Koray Düzgören, “MGK’nın anayasal bir kurum olması meseleyi çözmüyor. Bütün mesele millî iradenin üstünde ya da ortak olması. Onun yasal olması bence hiçbir şey ifade etmiyor. O yasal ortamın demokratik, hukukî ve ahlakî olması gerekiyor” değerlendirmesinde bulunuyor.
Türkiye’nin en önemli meselesinin demokratikleşme olduğunu ve TBMM'nin yasama ve denetim görevini tam anlamıyla yerine getirmesi gerektiğini ifade eden Düzgören, “ MGK’nın bazı yasaların ön hazırlıkları konusunda bile girişimleri olabiliyor” diyor.
Koray Düzgören, Türkiye’nin sürekli çelişki, çatışma ve diken üstünde tutulduğunu kaydederek, “Her zaman iç tehlikelerimiz vardır. Zaten Türk ordusunun da örgütlenmesi cumhuriyetin kuruluşundan beri iç tehlikelere yöneliktir. Devamlı diken üstünde olma paranoyasından kurtulmadığımız sürece rahat, esenlik içinde barışçıl bir toplum olamayacağız gibime geliyor” şeklinde konuşuyor.
CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş, MGK’nın birtakım kararlar ortaya koyarak yaptırımlardan bahsetmesinin demokrasi açısından doğru olmadığını belirtiyor. İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da da demokrasiye yönelik bazı tehditler gerçekleştiğini hatırlatan Karakaş, “Ancak parlamentolar sağ—sol ayrımı yapmaksızın parlamento dışı güçlere karşı ortak hareket etme kararı almış ve bunların önüne geçebilmişlerdir” diyor. Ercan Karakaş, 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta darbeyi alkışlayanların 12 Eylül’ün mağduru olduğunun gözardı edilmemesi gerektiğini belirtiyor.
MGK’nın sistemdeki yeri
İlk olarak 27 Mayıs sonrası hazırlanan Anayasa’da yer alan Milli Güvenlik Kurulu, ordu ile hükümet arasındaki işbirliğini artırmak amacını güdüyordu. Bu kurula katılan bakan sayısının belirlenmesi 1961 Anayasası’nda kanuna bırakılıyor, buna göre de sivillerin çoğunluğu öngörülüyordu. Acak 12 Eylül sonrası hazırlanan anayasada bu kurulun niteliğinde önemli bir değişiklik yapılarak kuruldaki sivil üyelerin sayısının asker üyelerin sayısını geçmeyeceği bir düzenleme getirildi. Ayrıca, 61 Anayasası'ndaki MGK kararları “tavsiye” niteliğinde iken, 82 Anayasası'ndaki düzenlemeyle “kurulun alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” şekline dönüştürüldü.
Milli Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreterliği Kanunu sivil demokrasinin vazgeçilmez ögelerini ortadan kaldırır nitelikte. 2994 sayılı yasa bazı şeyleri açıkça ortaya koyuyor. Kanunda, kadroların, çalışma yönetmeliğinin gizli ve Resmi Gazete'de yayımının yasak olduğu belirtiliyor. Ayrıca önemli bir nokta olarak bu kurulun çalışmalarını yapabilmesi için bütçeye gizli bir ödenek konması öngörülüyor.
Genelkurmay Başkanlığının görev ve yetkilerini düzenleyen 1324 sayılı kanunun 3. maddesi yapılacak her türlü uluslararası anlaşmanın tesbitinde Genelkurmay Başkanının görüşünün mutlaka alınacağını hükme bağlıyor. Her türlü milletlerarası anlaşmanın, aynı zamanda Milli Güvenlik Kurulu’nda da görevli bulunan Genelkurmay Başkanının isteği dışında imzaya açılmasının ise pratikte pek mümkün olamayacağı da açık bir gerçek. İran’la imzalanan ucuz doğalgaz alımı ve İsrail’le imzalanan anlaşmalar konusunda ordunun tavrı belirleyici nitelikte oldu.
Başbakanlık Kriz Merkezi
Geçtiğimiz yılın sonunda kriz hallerinde MGK bünyesinde başbakanlığın sorumluluğunda bir Kriz Yönetim Merkezi kurulmasıyla ilgili karar kabul edildi. Buna göre MGK Genel Sekreteri fiili başbakan konumuna getirildi. Kriz Merkezi, yurt dışında ve içinde ülke bütünlüğünü tehdit eden olaylarda, terör, kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemlerinde, etnik, din ve mezhep kaynaklı olaylarda, tabii afetler, iltica ve büyük nüfus hareketlerinde, salgın hastalıklar, büyük yangınlar, radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikli kimyasal ve teknololojik olaylarda, ağır ekonomik bunalımlarda Bakanlar Kurulu’nun teklifi ve başbakanın direktifi ile faaliyete geçecek. MGK Genel Sekreterliği Bilgi Toplama, Araştırma ve Değerlendirme Başkanı başkanlığında “çekirdek” olarak MGK Sekreterliği nezdinde kurulup çalışacak. Uygulama aslında iki yıllık bir çalışmanın ürünü.
MGK kararları Meclis dışı
28 Şubat’ta toplanan MGK’nın aldığı kararların Meclis’e getirilmek istenmesi tepkiyle karşılandı. MGK kararları sokakta, kahvehanelerde, lokantalarda, otobüs duraklarında, berber dükkanlarında, hasılı her kesim tarafından tartışılabilir ancak hakimiyetin kayıtsız şartsız kendisinde olduğu kabul edilen Büyük Millet Meclisi'nde tartışılamazdı. Gazeteciler “çok gizli” damgalı kararları en ince ayrıntılarına kadar öğrenip, suç olmasına rağmen yayınlayabilir ancak siyasetçiler ve milletin vekilleri bu konuları öğrenemez, dolayısıyla Meclis gündemine dahi alamazdı.
Basının ve “aydınların” tavrı
İki ayda Türkiye’yi 27 Mayıs 1960 müdahalesine sürükleyen ve ortaya attığı inanılmaz iddialarla kamuoyunu çalkalandıran basın bugün de aynı şekilde siyasi krizin derinleşmesi yönünde yayınlar yapıyor. O dönemde öğrencilerin et—balık kurumu fabrikalarında yem yapıldığı yönünde kampanya açan ve darbenin ardından bu iddiası boş çıkan basın son kriz öncesinde de ilkönce “Şeriatçıların” pompalı tüfeklerle silahlandığı, bir çok cami, vakıf merkezi ve Kur’an kurslarının silah deposu haline getirildiği” gibi oldukça ciddi iddiaları gündeme getirdi. Bazı istihbarat raporlarına dayandığı belirtilen iddialarla ilgili hiçbir somut belge sunulamazken, yazılı ve görüntülü medyada bunlar defalarca gündeme getirildi. Silahlı kuvvetlerin laiklik adına müdahale etmesini teşvik eden bazı basın—yayın organlarının gerekçeleri oldukça ilginç nitelikte. Yayınlarda, “Darbeye aslında kesinlikle karşı ve demokrasiden yana” oldukları belirtiliyor, ancak “şeriatçılar silahlandığı, bazı camilerin ve vakıfların cephanelik haline getirildiği” ileri sürülerek, “Kanlı mı kansız mı geleceğiz diyenlerle ordudan başka kim başa çıkabilir ki?” masum sorusu soruluyor.
Türk basınının son zamanlarda sergilediği tavır demokrasi açısından kaygı verici. 12 Eylül sonrası askerî yönetimi destekleyen basın aradan geçen zaman içinde muhalif bir kimliğe bürünerek ihtilalcilerden gazete sütunlarında hesap sormaya başladığında ihtilalin lideri Kenan Evren bile şaşırıyordu. Anılarının ikinci cildinde ihtilal öncesi basın ve siyaset dünyasından insanların kendilerini nasıl teşvik ettiğini “Ne duruyorsunuz paşam” dediklerini yazan Evren, acımasızca eleştirilmeye başlandığında, “Bizi o zamanlar övenler şimdi yerme yarışına girdiler” serzenişinde bulunuyordu.
Türkiyeli “aydın” ve siyasetçinin tavrı da demokrasi konusunda çelişkilerle dolu. Darbe sonrası yazılan hatıralarda pek çok üst düzey siyasetçinin generalleri darbeye teşvik ettiği ortaya çıktı. 27 Mayıs sonrası askerlere Meclis’i kapatmayı ve idamları uygulamayı tavsiye edenler “Paşam siz yapın, biz onu hukuka uydururuz” diyen anlı şanlı hukukçulardı.
27 Mayısçıların yanlarında değil “üstlerinde” gördükleri Milli Şef İnönü, 1960 Nisan’ında yaptığı şu konuşmayla tarihe geçiyordu:
“Bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam. Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilaller meşrudur!”
27 Mayıs darbesinin ardından Devlet Başkanı Cemal Gürsel, İnönü ile görüştüğünde, “Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur paşam!” diyordu.
Gürsel'in, biz gazeteleri okuyarak ihtilale karar verdik sözleri de oldukça manidar.
27 Mayıs sonrası İzmir’deki DP’lileri gizli bir mektupla ihtilalin lideri Gürsel’e jurnalleyen dönemin belediye başkanı “asfalt Osman” lakaplı Sabit Osman Avcı, 1971 muhtırası sırasında AP’ milletvekili ve muhtıraya ses çıkarmayan bir Meclis Başkanıydı. Yine 12 Eylül öncesi yaşanan ağır ekonomik ve siyasi kriz anında AP’nin önde gelen isimlerinden müzmin Demirel muhalifi Sadettin Bilgiç’in bir üst rütbeli komutana,”Artık bizden birşey beklemeyin, ne yapacaksanız yapın” dediği Mehmet Ali Birand’ın “12 Eylül”le ilgili kitabında ortaya çıkıyordu.
27 Mayıs sonrası aralarında darbeye destek verenler olmasına rağmen 147 öğretim üyesinin üniversiteleriyle ilişiği kesilir. Aynı uygulama 12 Eylül sonrası 1402 sayılı kanunla gerçekleştirildi ve yüzlerce öğretim üyesinin hakkı elinden alındı. 1402 sayılı kanunun azizliğine uğrayanlar çok değil yirmi yıl önce 147 öğretim üyesinin görevden alınmasını alkışlamışlardı.
12 Mart’ın ilk günlerinde Cumhuriyet ve Devrim gibi yayın organları muhtırayı alkışlarken, devam eden günlerde namlu kendi üstlerine dönünce eleştirmeye başlıyordu.
Aslında dönem dönem yaşanan mesele hep aynı. Millete ve demokrasiye bir türlü güvenememek. Siyasetçiler kriz anlarında bir türlü “Bu konu siyasetçinin yani bizim işimiz ve parlamento içinde biz bunu hallederiz” diyemiyor. Tam aksine, “Asker iradesini bildirmiştir. Demokrasinin sıhhati için hükümet gereğini yapıp istifa etmelidir” benzeri tavırlar sergileniyor.
Herhalde hiçbir demokratik ülkede, varlık nedeni demokrasi olan siyasi partiler ve onun liderleri kendi geleceklerini bizdeki gibi parlamento dışı operasyonlara endekslememiştir. Türk demokrasisi daha uzun süre vesayet şemsiyesi altında yaşamaya mahkum görünüyor.
Kırmızı Kitap bilmecesi
Kırmızı Kitap ilk olarak Tansu Çiller’in ilk başbakanlık döneminde kamuoyunun tartışma gündemine girdi. Kürtçe TV konusunda anamuhalefet lideri Mesut Yılmaz’dan destek isteyen Çiller’i Yılmaz, “Sen önce MGK’yı ikna et. Teklifini Kırmızı Kitaba uydur, ondan sonra benden destek iste” şeklinde cevaplandırdı. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi’nin Genelkurmay 2. Başkanı olduğu o dönemde basının konuyla ilgili sorusuna, “Bunlar millî politika ile ilgilidir ve içeriği açıklanmayan kırmızı kitaplardadır” şeklindeki cevabı da konuya esrarengiz bir boyut kazandırdı. Buna göre, millî siyaset siyasî iktidar tanımıyordu. Millî politika, “siyasî iktidarları yönlendiren, onları hedeflere yönelten karar ve tasarılar bütünü” olarak ortaya çıkıyor. MGK Genel Sekreterliğinin, “Devletin Kavramı ve Kapsamı” adlı kitabında, siyasi iktidarların kalıcı olmadığı, gelip geçici olduğuna işaret edilirken, “millî politikanın ise hiçbir zaman değişmeyeceği” vurgulanıyordu.
Kırmızı Kitap tartışması Temmuz 1995’te epey kızışmış, CHP’li Fikri Sağlar da bakanlık ve milletvekilliği yapmış bir siyasetçi olmasına rağmen hiç duyup—görmediği, parlamento ve hükümetlerden habersiz olarak hazırlanan bu kırmızı kitapların ne anlama geldiğini öğrenmek için TBMM’ye soru önergesi verdi. Bir sonuç alınamadı. Ancak devletin tesbit edilmiş “millî ve gizli politika ilkelerini” ihtiva eden kırmızı kitapçıkların alınıp verildiği basında yer aldı.
Yazar Zülfü Livaneli, “Eğer “millî siyaset kapalı kapılar ardında yazılan birtakım kitaplarda belirtilen emirler doğrultusunda yürütülüyorsa, hükümetin, koalisyon protokolünün ve Meclis’teki görüşmelerin ne anlamı var?” diye tepkisini dile getiriyordu:
Livaneli, “Demek ki siyasi partiler, Meclis ve hükümet kum havuzunda oynayan çocuklar gibi hiçbir şeyden haberi olmayan ve gerçek iktidarı kamufle etmek için kullanılan birtakım piyonlarmış. Siz böyle bir rejime ne ad takardınız? ifadelerinden sonra “Avrupalılar ve Amerikalılar Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığını vurguladığı zaman kıyametler kopuyor. ‘İşte diyoruz’, ‘Bizde de sizdeki gibi serbest seçimler yapılıyor. Meclisimiz açık. Ülkeyi sivil hükümetler yönetiyor’. Ne var ki, Batı’nın kastettiği demokrasi bu şekilciliğin ötesinde, bambaşka bir rejim”.
Devletin üst düzey kademelerinde görev alacak bürokratlar için Mili Güvenlik Akademisini bitirme şartı çoktandır getirilmiş durumda. Altı aylık programlar halinde Türkiye’nin güvenlik politikaları konularında bilgiler verilen akademinin kursiyerleri arasında iki tane de gazeteci yer alıyor.
Siyasiler sınıfta kaldı
28 Şubat tarihli MGK toplantısı öncesi ve sonrasında ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın konuşmaları demokrasi adına oldukça ilginç değerlendirmeler içeriyordu. Hükümetin muhtıra yemiş olmasından memnun olduğunu saklamayan Yılmaz, Milli Güvenlik Kurulu kararlarının Meclis’e getirilmesinin gündeme gelmesini, “hükümetin muhtıra aldığının göstergesi” olarak niteleyerek, “Muhtıra almış bir hükümet bizim de, Meclis’in de muhatabı değildir” diyordu. 12 Eylül sonrasında aralarında bugün Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve diğer siyasi liderleri de içine alan siyasi yasakların kalkmasına No No afişleriyle karşı çıkan ANAP bu tercihi nedeniyle uzun süre ihtilal ürünü tanımlamalarından kendini kurtaramadı. Hatta son tartışmalarda anamuhalefet lideri Yılmaz’ın, askeri bir yetkiliye “Paşam, darbe varsa yurtdışına çıkmayayım” dediği bile söylendi. Anamuhalefet lideri Yılmaz, Sincan’dan geçen tanklardan medet umarak iktidar hesapları yapmakla itham edildi.
Demokrat Türkiye Partisi Genel Başkanı ve TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk, MGK kararlarına en çok tepki gösteren liderler arasında yer aldı. Cindoruk “MGK’nın hükümete verdiği muhtıra demokratik rejime yöneltilmiş bir tehdittir” değerlendirmesinde bulundu. Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı Hasan Celal Güzel yaptığı açıklamalarla, MGK’nın aldığı kararların rejime dayatma ve anayasaya aykırı olduğu görüşünü dile getirdi. Güzel, “Türkiye’de rejimin adını koymak lazım. Bu, antidemokratik bir cunta rejimidir” dedi. BBP Ankara Milletvekili Mehmet Ekinci, Meclis dışı arayışlar ağrıma gidiyor derken, genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ise, MGK bildirisinin açık bir muhtıra olduğunu ve Meclis’in son çalkantıda iyi bir sınav veremediğini söyledi. Yazıcıoğlu, “Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları elbette ülke sorunları ile ilgili düşünmek, konuşmak ve tartışmak hakkına sahiptir. Ama hiç bir zaman millet iradesinin üstünde değildirler. Biz onlar hiç bir şey söylemesin, karışmasın demiyoruz. Ama demokrasideki kurum ve kuralların nasıl işlemesi gerektiğini de bilmeleri gerekir. Meclis bu konuda daha kararlı olmalıydı” diyor.
ANAP İstanbul Milletvekili Hüsnü Doğan, çözümün parlamentoda aranması gerektiğine dikkat çekerek, son tartışmalarla Türkiye’nin dünyadan uzaklaşarak Robinson Adası’na döndüğü görüşünde.
Türk “elitinin” demokrasi sınavında sınıfta kaldığı konusunun altını çizen ANAP Gümüşhane Milletvekili Mahmut Oltan Sungurlu çok acı bir özeleştiri tablosu çiziyor:”Siyasiler, münevverler, üniversiteler ve yüksek organların hepsi bir imtihan verdi ve yüz karası bir sonuç ortaya çıktı. Münevverler bundan sonra Türkiye’de demokrasiden nasıl bahsedecekler merak ediyorum doğrusu. Ecevit’in yıllar önce bir sözü vardı: ‘Millet parlamentonun önünde’ diye. Ben şimdi bu sözü şöyle değiştiriyorum;’ Bizim halkımız münevverlerinden daha fazla demokrasiden yana. Başka bir şey söylemek istemiyorum bile”.
CHP İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş, partisi bazı konularda net tavır alamasa da darbelerin bugüne kadar çözüm olmadığı ve olamayacağı fikrini açıkça savunuyor: “Ben, bugün laik—antilaik tartışmalarını doğru bulmuyorum. Sorun demokrasiyi gerçekten isteyenlerle istemeyenler arasındaki tartışmadır. Bu ülkede laik —antilaik, dindar— dindar olmayan tüm insanlar olarak bir arada yaşamak zorundayız. Bunun da yolu hoşgörüden ve diyalogdan geçiyor.”
Katkıda bulunanlar: Mustafa Ünal, Ercan Yavuz
No comments:
Post a Comment