Zaman , 06 Temmuz 2007, Cuma
| ||||||||
| | ||||||||
Oysa demokrasinin ve siyasetin temeli halkın istek ve özlemlerinin siyasi partilerin kurdukları iletişim kanalları ile partilerin siyasi-teknik kadrosuna ulaşması, bu kadronun oluşturduğu çözümlerin yürütme organınca veya muhalefet partilerince parlamentoya getirilip tartışılmasıdır. Demokrasinin bu temel işlevi ülkemizde işlememektedir. Bu durumun bir nedeni 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile getirilen demokrasiye ve hukuka aykırı değişiklikler ve yapılar olmakla birlikte diğer önemli bir nedeni de siyasi partilerin parti içi demokrasiyi işletemeyişleri, yıpranmış şaibeli kadrolarla siyaset alanında kalmaya çalışmalarıdır. Dipten bir dalga, bir itme gelmediği için, siyasi partiler yeni bir kanla yeni bir dinamizm yaratıp, güven duygusu yayamadıklarından bitkisel hayattan çıkamamaktadırlar. Türkiye demokratik bir devlet mi? 12 Eylül yapılanması ve anlayışıyla oluşan askerî bürokrasinin gücü ile siyasetteki tıkanıklığın birbirini beslemesi ve bürokrasi ile bürokrasinin uzantısı siyasi kadroların ve devletin ideolojik aygıtı olarak görev yapan STK'ların direnişleri nedeniyle Türkiye, özgürlüklerin güvence altına alındığı demokratik bir hukuk devletine gidecek yolu açamamaktadır. Türkan Saylan'ın devletin silahlı bir ideolojik aygıtı olan TSK'yı bir STK olarak değerlendirmesi her türlü izahın dışındadır. Devletin baskıcı ve ideolojik aygıtları olarak davranan STK'lar dışında kalan sivil toplum örgütleri, kısıtlanmış ifade özgürlüğünün daraltılmış sınırları içinde etkili olamamakta, medya ise rejimi payandalayarak gerçek sorunları tartışma alanı dışında tutma işlevini görmektedir. Rejim siyaseti çözüm üretemez, üniversiteleri bilim üretemez, aydınları ve gerçek sivil toplum örgütlerini fikir ve çözümlerini ifade edemez, medyayı gerçek haber ve objektif yorum üretemez duruma getirmiştir. Bu tablo iç dinamiklerin iflasıdır. Türkiye hiçbir gerçek sorununu tartışmamakta, hatta bu sorunlarından kaçmaktadır. Ekonomik sorunlarını hiçbir çözüm üretmeden, IMF tarafından sunulan reçeteleri kabul ederek tartışma alanından çıkarmıştır. Siyasi ve hukuki sorunları ise sadece Avrupa Birliği'ne girmek için uyulması istenen normlar bağlamında düşünerek tartışma alanının dışına itmeye çalışmaktadır. Siyasi-hukuki sorunların çözümünü Avrupa Birliği karşıtı milliyetçiler ile Avrupa Birliği taraftarı hainler arasındaki bir mücadele noktasına getirmek akıl dışı, gerçeklerden uzak, vasat altı bir anlayışın ürünüdür. Türkiye gerçek sosyal, ekonomik, siyasî, tarihî ve hukukî sorunlarını Avrupa Birliği normları gerektirmese de kendi halkının çıkarları nedeniyle tartışıp çözmek zorundadır. Özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir hukuk devletini sağlamazsanız ne ekonomik ne sosyal ne etnik hiçbir sorununuzu çözemezsiniz. 1982 Anayasası'nın 2. maddesinde TC'nin 'demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti' olduğu yazılıdır. Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlet midir? Yukarıda da belirttiğimiz gibi siyaset aşağıdan yukarıya doğru yapılmamakta, yukarıdan oluşturulup halka dayatılmaktadır. Halkı ergen olmayan, kendini idareden aciz, güvenilmez gören bir anlayışın yarattığı bir rejim. Halksız demokrasi. Çoğulculuğa geçit vermeyen, farklılığa tahammül edemeyen, katılımın önünü kesen bir yapılanma. Anayasa'sı ile Siyasi Partiler Yasası ile Seçim Yasası ile Ceza yasaları ile. Ve en önemlisi MGK ile ilgili son Anayasa değişikliklerinin hiçbir değişiklik yaratmadığı açıktır. Gerçek demokrasi ile yönetilen hiçbir ülkede ve kamu hukuku tarihimizde böyle bir yapılanma bulunmamaktadır. MGK üyesi siyasetçilerin, MGK gibi bir zemine ihtiyaçları bulunmamaktadır. Çünkü MGK üyesi siyasetçilerin siyaset yapacakları ve çözüm üretecekleri asli zeminleri vardır. Siyasi partiler, Bakanlar Kurulu ve Parlamento. MGK üyesi olan asker kesimin görevi ise siyaset yapmak değildir. Böyle bir yapılanma askerin salt siyaset yapacağı ve yürütme erkini kullanacağı bir zemin bulması anlamını taşır ki bu, Silahlı Kuvvetler'e ve ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Dünya tarihi ve özelikle de tarihimiz göstermiştir ki siyasete sokulan ordu hiziplere ayrılır, bölünür ve güçsüzleşir. Silahlı Kuvvetler'in görevi, kendisini sivil siyasetin öngördüğü yönde bir dış tehdide karşı hazırlamaktır. Bu nedenlerle MGK'nın kaldırılıp, komutanların birliklerinin başında kalarak kendi işlevlerine yönelik çözümler üretmeleri ülke için en yararlı yoldur. Ancak gelinen noktada sorun MGK'nın varlığının dışına çıkmış, askerler her siyasi gelişme konusunda MGK zemini dışında görüş beyan etmeye, internet ortamında darbe sayılacak muhtıralar yayımlamaya başlamışlardır. Ağır suçlar oluşturan bu eylemlere seyirci kalınmış, siyasi kadrolar özellikle iktidar bu darbeleri yapanlarla uzlaşma yolunu seçerek sorunların çözümünde inisiyatifi yitirmiştir. MGK'nın kaldırılması dışında tam siyasi suçlar işleyen asker kişiler hakkında gerekli soruşturmaların yapılması ve bu soruşturmaların sivil yargı organlarınca yapılabilmesi için gerekli anayasal ve yasal değişikliklerin yapılması zorunludur. Ayrıca siyasi partilerin de kendi kanallarını halka açıp, kendi içlerinde demokratikleşmeleri sonucu siyaset doğal mecrasında yapılmaya başlanacak ve halkın egemenliğinin sağlanması yolunda adım atılmış olacaktır. Peki Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti midir? Bazı durumlarda devletin hukukun dışına çıkabileceğinin iddia edildiği hiçbir yerde devlet, hukuk devleti olamaz. Devlet, hukukun üstünde değildir. Hukuk, devletin üstündedir ve devlet, hukuka uygun davranmak zorundadır. Yurttaşlarına hukuk güvenliği sağlamayan organizasyon devlet olamaz. Hukuk güvenliği bulunmayan, ülkeyi halk adına yönetenlerin ve bürokrasinin kendilerini istedikleri zaman hukukla bağlı saymadıkları bir yerde barış, huzur, kamu düzeni ve demokratik otorite sağlanamaz. Bir süre sonra herkes kendi hakkını hukuk dışında aramaya başlar. Devleti çeteler ele geçirir, toplumda her alanda çeteler oluşur. Devlet adına ülke için hukuk dışı işler yaptıklarını söyleyenlerin kahraman gibi cezaevlerine gönderildikleri bir ülkede demokratik hukuk devletinin sadece adı vardır. Böyle bir ortamda hiçbir özgürlük güvence altında olamaz. Faili meçhuller, işkenceler, hak kayıpları önlenemez. Yurttaşlarına hangi dinî inançtan veya etnik kümeden olursa olsun eşit yaklaşmayan, sürekli belli inanca veya ırksal kimliğe vurgu yapan, ideolojik duruşu olan, bir arada yaşamanın ortamını oluşturmayan, hakemlik yapmayan bir devlet, hukuk devleti olamaz. Adil yargılama hakkının en temel ilkelerini kâğıt üzerinde bile sağlamayan (yargılama birliği, doğal yargıç, yargıç bağımsızlığı, tarafsızlığı ve güvencesi ilkeleri) yargının kaliteli işlemesinin altyapısını oluşturmayan bir devletin hukuk devleti olması olanaksızdır. Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet mi? TC, laik bir devlet midir? Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığı bu ilkeden de sapıldığını göstermektedir. Devletin, çoğunluğun bağlı olduğu bir din bile olsa bu dinin de belli bir mezhebinin öğretisi doğrultusunda uygulamalar yapmak üzere kurumlar oluşturması öncelikle demokratik hukuk devleti olmak niteliği ile bağdaşmaz. Devlet, hiçbir inancın örgütlenmesine ve finansmanına yardımcı olamayacağı gibi o inancı kendi ideolojisi doğrultusunda da kullanamaz. Hele laik olduğunu iddia eden bir devlet bunu hiç yapmaz. Dinî inanç meselesi tamamen bireysel ve içseldir. İnancın ibadete ve ritüellere ilişkin boyutu ise bireylerin örgütlenerek ve bedelini ödeyerek karşılayacakları bir gereksinmedir. Aynı dinî inanca sahip olanların veya aynı mezhepten bulunanların kendi ritüellerini yaşamak için örgütlenerek ibadet mekânları yapmaları ve din adamı görevlendirmeleri hakları ve kendi sorumluluklarıdır. Devletin buradaki işlevi sadece düzenleyici kurallar koyarak demokrasi ve hukuk çerçevesi içinde denetim yapmaktır. Ülkemizde değişik dinlerden, değişik mezheplerden yurttaşlar olduğu gibi din tanımaz, tanrı tanımaz yurttaşlar da bulunmaktadır. Belli bir mezhebin egemenliğindeki bir dinî kuruluşun devlet organı olarak görev yaparak bütçeden önemli bir pay alması laik sistemden bir sapmadır. Söz konusu kurumun kaldırılarak bütçesinin adalet, sağlık ve eğitim bakanlıklarına dağıtılması gerekir. Ayrıca Anayasa'nın 24. maddesinde öngörülen din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olması mecburiyeti de laiklik ilkesine aykırıdır. Bu derslerde baskın dinî mezhebin din ve ahlak anlayışının dayatılması söz konusudur. Bu konular felsefe dersi içinde daha objektif verilebilir. Anayasa'dan bu zorunluluğun çıkarılması gerekmektedir. TC, sosyal bir devlet midir? Emeğin değerinin karşılığını bulmadığı, iş güvencesinin hukukî dayanaklarının olmadığı, mevcut düzenlemelerin ise uygulanmadığı ve denetlenmediği, sigortalı ve sendikalı işçi sayısının azaldığı, rant paylaşmaya dayalı bir sistemin bulunduğu bir ülkede sosyal devlet de yoktur. Türkiye, bütçesinden yoksulluğa ve sosyal güvenlik sistemine AB ortalamasının çok altında bir oranda pay ayırmaktadır. Özgürlüklerin güvence altına alındığı demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin nasıl gerçekleştirileceği sorusu ve sorununun tartışılmasına cesaret edemeyenlerin halkı çok yakından ilgilendiren bu sorunların çözümünü Avrupa Birliği ile ilişkilendirmeleri sorumluluktan kaçmaları anlamına gelmektedir. Türkiye, sorunlarını ancak rejimi bürokrasinin egemenliğinden kurtararak ve halkı demokratik siyasi yaşama katarak çözebilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu anayasal vurgusu klişe haline gelmiş olup, gerçek değildir. Korunduğu söylenen niteliklerin var olmadığı ve var olmayan şeyin muhafazasının da söz konusu olamayacağı ortadadır. O halde tartışılacak olan husus Cumhuriyet'in bu niteliklere nasıl sahip kılınacağı meselesidir. | ||||||||
| DR. ÜMİT KARDAŞ | ||||||||
| 06 Temmuz 2007, Cuma | ||||||||
No comments:
Post a Comment