Saturday, August 25, 2007

10. Yıl: Demirel’in aklanamama süreci

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=26829

Ahmet Taşgetiren - a.tasgetiren@aksiyon.com.tr - Aksiyon , Sayı: 638 - 26.02.2007



10. Yıl: Demirel’in aklanamama süreci


Eğer Demirel, 28 Şubat’ı meşrulaştırma söylemi oluşturmasaydı, 28 Şubat sürecinde yapılanları savunmasaydı, 28 Şubat’ın arkasında duruyor gibi bir misyonu üstlenmeseydi daha anlaşılabilir bir konumda olabilirdi. “Elimden geleni yaptım” söylemi daha anlaşılabilir bir söylem olurdu. Demirel’in duruşundaki yanlışlık, kural dışı güç kullanarak toplumu ezen odakların safında görünmektir. Bu yanlışlıktan da henüz aklanabilmiş değildir.


28 Şubat’ın 10’uncu yılındayız.

Bu sürecin çok farklı yönlerden tahlili yapılabilir. Ben, bu yazımda 28 Şubat süreci ile bütünleşmiş bir sima olarak Demirel profilini tahlil etmeye çalışacağım.

Böyle bir tahlile, Demirel’in bir kere daha özeleştiri yapabilmesi için başvurduğumu da burada zikretmek isterim.

Hemen belirteyim ki, bana göre geçen 10 yılı, “Demirel’in aklanamama yılları” olarak tanımlamak mümkündür.

Demirel, siyasi hayatı Demokrat Parti çizgisinde geçen bir simadır. Bayrağı DP’nin karşı karşıya bırakıldığı dramatik bir askerî müdahalenin peşinden devralmış, iki kere askerî müdahaleye maruz kalmış, iktidardan düşmüş, hemen tüm siyaset hayatı boyunca da sırf DP çizgisinde siyaset yapıyor olmanın kuşatılmışlığını yaşamış bir insandır.

28 Şubat bu süreçte Demirel açısından bir kırılma noktasıdır.

Demirel bu dönemde Cumhurbaşkanı’dır ve iktidardaki bir siyasi kadroya karşı geliştirilen kuşatmanın içindedir.

Ve Demirel, bu kuşatmadaki rolünü meşru, kendi görevinin zaruri sonucu gibi görmektedir.

Geçen 10 yıl içinde hep bunu savunmuştur.

Bu savunmaları, aslında kendi içindeki suçlanmanın, 28 Şubat’taki rolünü yadırgamanın, düne kadar kendisine taban olarak gördüğü toplum kesimleri tarafından yadırgandığını hissetmenin, bir rol değişimi içine girdiğini fark etmenin işareti olarak da görmek mümkün. Ama, tüm bu deruni duygular, gün yüzüne ‘savunma’nın dışında bir görüntü çıkaramamıştır.

Ben de “savunma”, ‘aklanma’yı getirmiş değildir, diyorum.

O dönemin iktidarı olarak Erbakan’ın yönetim üslubunu suçlayabilirsiniz, birtakım gösterilerin provokatif niteliğine dikkat çekebilirsiniz, aslında MGK sistemi içinde tabii bir sürecin işlediğini iddia edebilirsiniz, aslında Erbakan’ın da 28 Şubat projesi denen şeyi imzaladığını söyleyebilirsiniz, hatta “Ben bir askerî darbeyi önledim” diyebilirsiniz...

Ama...

Tüm bunlar, Demirel’in 28 Şubat süreci içindeki duruşunu aklamıyor.

Demirel, olayın, Türkiye’de mevcut, Din - Toplum - Devlet ilişkisindeki bir sancılı alanın ürünü olduğunu bilmiyor olamaz.

Demirel, bu alanda insanların “irtica” gibi asla tanımlanamamış bir suçlamaya kolaylıkla hedef kılınabileceğini, buradan yola çıkılarak bir iktidar kavgası başlatılabileceğini, DP iktidarlarının da, AP iktidarlarının da, hatta ANAP iktidarlarının da, benzeri suçlamalarla kuşatılmış olduğunu, muaheze edildiğini, hayat alanının daraltıldığını ve zaman zaman iş yapamaz hale getirildiğini bilmiyor olamaz. RP’li bir iktidarın böyle bir kuşatmaya hedef kılındığını neden görmezlikten gelmiştir de, onları yıkılmaya layık görmüştür?

Demirel’in, askerler tarafından hazırlanan irtica raporunda “Dindar insanları rencide etmemek için” bazı düzeltmeler yapılması noktasında telkinlerde bulunduğunu kendisinin açıklamalarından öğreniyoruz. Ama bunlar sonuçta, Türkiye’deki Din - Toplum - Devlet ilişkilerindeki sancıyı azaltıcı nitelikte olmamış, aksine, 28 Şubat süreci denen ve dindar toplum kesimlerinin rahatsız edildiği sancılı sürece vücut vermiştir.

Demirel, bunu algılayamamış olamaz.

Demirel en azından, dindar toplum kesimlerinde kendisine yönelik duygu kırılmasını anlamış olmalıdır.

Demirel en azından, 28 Şubat sürecinde görev üstlenmiş siyasi kadroların nasıl bir iflasla karşı karşıya kaldığını görmüş ve bunun o süreçle nasıl bir irtibat içinde olduğunu değerlendirmiş olmalıdır.

Demirel en azından, 28 Şubat’ın daha beşinci yılında, yıkılan siyasi kadronun içinden gelen bir ekibin toplum tarafından büyük bir Meclis gücü ile iktidara gelmiş olmasının ne anlama geldiğini anlamış olmalıdır.

Ve Demirel, kendisinden sonra yeni Cumhurbaşkanı adayı aranırken kendisine yeniden Cumhurbaşkanı seçilme imkanı hazırlamak üzere devreye giren beş artı beş formülünün benimsenmemesinin sebebini anlamış olmalıdır.

Demirel en azından, bugün yeniden örgütlenme mücadelesi veren DP çizgisindeki siyasi hareketlerin, kendisi ile irtibat kurmaktan neden kaçındığını anlamış olmalıdır.

Bunların tamamında, toplumun, 28 Şubat’la ve onun sivil kanadı görünümündeki Demirel’le arasına mesafe koyduğunun işareti bulunmaktadır.

Bunları “Toplum beni anlamadı” diye izah etmek sağlıklı olur mu?

O zaman, “Toplum sizi en zor zamanların akabinde kaç kere iktidara getirirken anladı da, şimdi mi anlamadı?” diye sorulmaz mı?

Din - Toplum - Devlet ilişkisindeki sancı, hâlâ sürüyor. Demirel bu süreçte, YÖK’le işbirliği içinde İHL’leri ve başörtüsünü kurban vermiştir. Ki, “din eğitimi” ve “inanç özgürlüğü” başlıkları altında toplanabilecek her iki alan, DP çizgisinin adeta kutsal alanıdır. Demirel bu iki alanı, önemli ölçüde demagojik bir muhteva çerçevesinde “siyasi istismar” suçlamasına kurban vermiştir. “Siyasi istismar” suçlaması ise, neredeyse tüm DP çizgisindeki siyasi hareketlerin boynundaki müşterek ilmektir. Sormak gerekir: Türkiye’de İHL’ler ve başörtüsü konusundaki toplum duyarlılığını önemsemeyen bir siyasi liderin kanaat notunu bizzat Demirel verse ne verirdi acaba?

Türkiye siyasetinin ikinci kırılma noktası, ‘asker - siyaset ilişkisi’dir.

Demirel’in 28 Şubat süreci ile bütünleşmesi, onun açısından ikinci aklanma güçlüğünü, asker - siyaset ilişkisi alanında gündeme getiriyor.

28 Şubat, açık bir askerî müdahale değildir, ama normal akışın dışında siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik sonuçlar doğuran bir süreçtir. O yüzden de bugüne kadar 28 Şubat’ın ne olduğu konusu tartışılagelmiştir. Belki Demirel de, bu tartışmalı alanı kendisi için bir aklanma vesilesi gibi düşünmüştür.

-Sivillerin ve askerlerin yer aldığı MGK. MGK bildirisindeki sivil imzalar.

-Meclis’te sandalye kaymaları ve çoğunluğun kaybı, başbakanlık görevlendirmesinde bu suni çoğunluk üzerinden tayin yapılması...

-Süreçte rol alan yargı mensupları, işadamları, sivil örgütler...

-Medyanın meşrulaştırıcı rolü...

Bunların varlığı 28 Şubat’ı meşru bir gelişme olarak görmeyi gerektirir mi?

Demirel öyle düşünmüş ve 28 Şubat safında yer almıştır. Hatta biraz daha ileri giderek “Bir askerî müdahaleyi önlediği” iddiasıyla, bir tür siyasi fazilet kuşanmaktan bile kaçınmamıştır.

Oysa, 28 Şubat’ın oluşturduğu toplumsal algı, “Postmodern darbe” algısıdır.

Cumhurbaşkanını bile sürükleyen bir süreçten söz ediyoruz.

Bunu sayın Demirel, sadece kendi tercihi ile yaptığını söyleyebilir mi?

Önceki hafta Aksiyon’a verdiği demeçten kapağa çıkan cümle şudur:

“28 Şubat Genelkurmay’a gidişimle başladı.”

Türkiye ‘Andıçlama’yı biliyor.

Şunu demek yanlış olmaz:

-28 Şubat sürecinde ilk andıçlama, Cumhurbaşkanı Demirel’den başlamıştır. Sonra yargı, sonra YÖK, sonra medya, sonra iş adamları, sonra sivil örgütler... Bu sıralama değişebilir ama, andıçlama gerçeği değişmez.

Türkiye hâlâ 28 Şubat gölgesinden kurtulmuş değildir. Bu şu demek: Asker - Siyaset ilişkisi hâlâ demokrasinin normal standartları içinde cereyan etmemektedir.

Türkiye hâlâ, Cumhurbaşkanı seçimi sürecine askerin etki edip etmeyeceğini tartışmaktadır.

Türkiye hâlâ, TSK İç Hizmet Kanunu 35’inci maddeyi, siyasetçiler üzerinde Demokles kılıcı gibi hissetmektedir.

28 Şubat süreci, bu olguyu beslemiştir ve burada, siyasetin içinden gelen “Sivil Cumhurbaşkanı” Demirel’in rolü bulunmaktadır.

Burada çok temel bir soru şudur:

-Ok yaydan çıkmışsa Demirel ne yapabilirdi ki?

Yani biz, Demirel’in 28 Şubat’la ilgili duruşunu muaheze ederken, ondan yapamayacağı bir şeyi mi istemiş olmakta, ve bunu göremediğimiz için eleştirerek haksızlık mı yapmaktayız?

Buna benim kendi içimde verdiğim cevap şu:

-Eğer Demirel, 28 Şubat’ı meşrulaştırma söylemi oluşturmasaydı, 28 Şubat sürecinde yapılanları savunmasaydı, 28 Şubat’ın arkasında duruyor gibi bir misyonu üstlenmeseydi daha anlaşılabilir bir konumda olabilirdi. “Elimden geleni yaptım” söylemi daha anlaşılabilir bir söylem olurdu. Ne de olsa 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül’de direnmemiş, gitmişti. Gerçekten Türkiye’de asker müdahalesi karşısında siyasetçinin bir sığınağı yoktu. Halk henüz seçtiğini koruyabilecek bir direnç sergileyemiyordu.

Demirel’in duruşundaki yanlışlık, kural dışı güç kullanarak toplumu ezen odakların safında görünmektir.

Bu yanlışlıktan da henüz aklanabilmiş değildir.

No comments: