Zaman , 21 Haziran 2007, Perşembe
| ||||||||
| | ||||||||
Türkiye'de nasıl bir yargı yapılanması ve işleyişi olacağı Türkiye'nin bugünden gideceği yöne bağlı bulunmaktadır. Türkiye, AB ile müzakerelere başlamasına rağmen, geldiği noktada hangi yöne savrulacağı belirsiz bir aşamada bulunmaktadır. Bu durumda ABD'nin etkisinde kalacak olan Türkiye'nin, ABD'nin Ortadoğu'ya ilişkin politikaları ile bağlantılı olarak nasıl bir rol alacağı, nasıl bir misyon yükleneceği önemli olacaktır. ABD, dış dinamiğinin etkisiyle ve onun çıkarlarıyla bağlantılı bir gelişmenin Türkiye'yi AB'den uzaklaştıracağı, dolayısıyla demokrasinin siyasi ve hukuki kriterlerinin nasıl yaşam bulacağı sorusu ortadadır. Çünkü bugün Türkiye'nin kısmen iç dinamikler, ama daha çok AB dış dinamiğinin etkisiyle anayasal ve yasal bazı düzenlemelere gittiği açıktır. Bu değişiklikler henüz anlayış olarak sindirilemediği ve değişikliklerin altyapıları olmadığı gibi altyapıya ilişkin mali güçlükler de bulunmaktadır. Türkiye'nin AB üyeliği müzakere sürecinin devam etmesi durumunda yargı yapılanması ve işleyişinin farklı bir noktada olacağı umulabilir. Türkiye'nin yargı reformu konusunda adım atmadığı, siyasi partilerin programlarında kapsamlı bir yargı reformunun yer almadığı ortadadır. Yargı reformuna niçin ihtiyaç duyduğumuzu içselleştirebilmek için önce hukuk kavramına felsefi açıdan yaklaşmamız gerekmekte. Hukuk, kültür değerlerinden biridir. Sosyal, ekonomik ve siyasi gerçeklerden doğan amaçlara hizmet ediyormuş gibi gözükse de hukukun asıl işlevi, sosyal, ekonomik, siyasi gerçekleri hukuk idesinin (adaletin) ışığında makul, kabul edilebilir, mantıkî hedeflere doğru yönlendirmektir. Hukuk sadece yasa anlamına gelmez. Hukuk tekniğinden başka bir de hukukun ahlakı bulunduğunun, bu ahlakın adalet ve insaniyet olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir. Ancak bu bilinç teorik kalmamalı uygulamada da hak ve gerçek, iyilik ve insaniyet, özgürlük ve adalet uğrundaki mücadeleye katılma, sonuç olarak hukuka inanma bilinci olmalıdır. Hukuk daha çok içimizde vicdanımızla objektif tabir ile hukuk felsefesiyle özünü idrak ettiğimiz bir şeydir. Hukuk öncelikle adalete hizmet eden insanî bir yaşam düzenidir. Bu nedenle düzensizliklerin, keyfi davranış ve uygulamaların, ölçüsüzlüklerin tersidir. O, karışıklıkları ve medeni olmayan durumları dışlar. Bu nedenle şekil ve düzen hukukun içeriğinde bulunmaktadır. Belirli bir usule göre konmuş normlar (kurallar), özenle düzenlenmiş bir hukukî prosedür (süreç) olmaksızın, devletin organları arasında yetkiler ölçülü ve kabul edilebilir bir şekilde dağıtılmaksızın, hukuki işlerde asgari bir şekil zorunluluğu kabul edilmeksizin bir hukuk düzeni kurulamaz. Şekil barındırmayan bir hukuk düzeni yoktur, ancak hukukta şekilperestliğe gitmek de uygun görülmez. Şeklin önemli işlevi hukuk güvenliğine hizmet etmektir. Yargı organizasyonunu hukuku uygulamada kararlılığı ve düzeni sağlayacak, hakimin kanunları olaya uygulamasını kolaylaştıracak şekilde düzenlemek hukukun işlevidir. Hakime güven de hukuk güvenliğine dayanmaktadır. Çünkü insanlar hakimin kararlarında sübjektif veya siyasi bir eğilimin değil, objektif hukukun belirginleşmesini isterler. Hukukun ölçülü, sürekli ve eşit uygulanması hak duygusunu besleyen büyük etkendir. Hukukun diğer önemli bir işlevi hukukun amacıyla bağlantılıdır. Kuşkusuz hukuk, toplumun ve bireyin korunmasını, hak ve özgürlükleri tehdit eden tehlikelerin önlenmesini, idari organizasyonun pratik amacına uygun şekilde işleyebilmesini, suçlarla etkili şekilde mücadele edilmesini, davaların zaman ve masraf bakımından zarara neden olmayacak şekilde düzenli ve hızla yürütülmesini amaçlar. Ancak bütün bunları amaçlarken hukukun gözeteceği hedef-amaç adalet, özgürlük ve insanlık idesidir. Eğer bu hedef-amaç gözetilmezse hukuku çıkar, yarar ve bir siyasetin aracı durumuna düşürmüş oluruz. Hukukun siyasileşmesi ve idarileşmesi adaletin yitirilmesi demektir. Hukuk siyasetin ve idarenin bir aracı değildir. Aksine siyaset ve idare, hukukî bir temele dayanmalıdır. YARGININ SİYASALLAŞMASI SORUNU Hukukun hedef amacı adaleti gerçekleştirmektir. Toplumsal mutluluk ve refahın hukukun hedef amaçları olan özgürlük ve adalet gibi evrensel değerlere ulaşmada gösterilecek gayretle bağlantılı olduğu açıktır. Bir hukuk normunun objektif içerik bakımından hukuk niteliğine sahip olabilmesi için özgürlük, hakikat, adalet gibi amaç değerleri esas alması gerekir. Bu değerleri esas almayan bir norm, şekli bakımdan yine hukuktur; ancak objektif içerik ve esas bakımından hukuk değildir. Hukuk objektif hukuk düzenini, hak ise kişisel istem ve iddiayı gösterir. Hak aynı zamanda ahlakî bir değeri, kişisel eylemlerin nihai hedefi olan hakikati, sonuç olarak adaleti temsil eden bir kavramdır. Ancak adalet kavramı hak kavramından önce vardır. Hak kavramı adalet işlevine dayanır. Hak ve adalet hakikatin en yüksek görüntülerindendir. Hakikate, hak ve adalete ise ancak özgürlükle ulaşılabilir. Çünkü özgürlük, çelişkileri aşmamızı ve ortaya çıkacak yeni çelişkileri yeniden aşmamızı sağlayan sonsuz ve özgür ruhun bilincine vardığı son alandır. Özgürlük gerek iç âlemde gerekse dış âlemde ruhun karşı karşıya kaldığı engelleri aşma gücüdür. Asli kavramları anlayabilmenin, olması lazım gelen bilincinin, etik olarak iyi ya da kötüyü, mantıkî olarak doğruyu ya da yanlışı ayırmamızı sağlayan norm ve değer bilincinin özgürlükle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Hukukun varlığının temel nedeni hakka, adalete ve özgürlüğe hizmet etmektir. Hukukun anlamı unutulmuş, güce ve siyasete alet edilmiş olabilir. Bu anlamda bundan zarar görecek olan toplumdur. Böyle bir durumda toplumda uyumsuzluk ve huzursuzluk artacak, kültürün gelişmesi engellenmiş olacak ve toplumun geleceği de tehlikeye düşecektir. Buna karşılık hukuk nihai hedefine yönelik olarak görevini yapınca toplumda uyum, denge ve huzur sağlanacak ve kültürel gelişmenin yolları açılmış olacaktır. (Vecdi Aral- "İnsan Özgür mü?") Hukukun önemli bir işlevi de barışı sağlayacak bir ortamın yaratılmasıdır. Toplumun barış içinde yaşayabilmesi, barış sever bir hukuk düzeninin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle hukuk düzeni değişik inanç ve düşüncelere sahip bireylerin bir arada yaşayabilmelerine olanak sağlayacak nitelikte olmalıdır. Kimlik farklılıklarına saygıyı oluşturacak bir hukuk düzeni oluşturmak zorunluluktur. William Connoly'nin "Kimlik ve Farklılık" isimli yapıtındaki saptamaları önemlidir. "Her kimlik bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da kötü, anormal veya akıl dışı, özetle "öteki" tanımlaması üzerine kurulur. Öteki sırf varlığıyla bile kimliğin kesinliğini, doğruluğunu, normalliğini, akılcılığını kuşkulu kılar. Bu yüzden de öteki tarih boyunca hep "doğru" kimliği benimsemeye davet edilmiş, olmuyorsa üzerinde baskı kurulup susturulmuş; fethedilmiş, o da olmuyorsa yok edilmiştir." Yine Connoly, demokratik kimlik siyasetinin ne anlama geldiğini "Demokratik bir kimlik siyaseti, aşkın gerçeğe sahip olduğunu iddia eden bir komuta etiğine karşıdır. Kendisinin ve dünyanın belirsizliğinin farkında olan, tartışmaya açık, bu yüzden de kendisine belli bir mesafe ve ironiyle bakan, ötekine özen gösteren ve yaşamın zenginliğine saygı duyan bir etiğe dayanır." şeklinde açıklamaktadır. William James de "İnsan ruhu, kendisinin, ister kolaylık uğruna, ister amaçlı olarak kategorilere göre sınıflandırılmasından nefret eder, buna meydan okur. Kısa yaşamımızı aşan, yalnızca benzersizliğimiz, özel kimliğimizdir. Bu nedenle onu her zaman korumamıza gerek var." saptamasında bulunmaktadır. Bu nedenlerle adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlakiliğini sağlaması görevidir. Bunun sağlanamadığı yerde barış tehlikededir. Ve bireyi hiçe sayan bir hukuk düzeni hukuk adını taşımaya hak kazanamaz. Toplum içinde barışın sağlanmasının temelini oluşturan, barışı ahlaki bir esasa dayandıran diğer bir nitelik hukukun eşitliği sağlayan bir düzen getirmesidir. Eşitliğin olmadığı yerde barış tehlikeye girer. Bu nedenle yasa önünde eşitlik ilkesi evrenseldir. Hukuk her şeyden önce herkese eşit mesafede duran genel bir eşitliğin güvencesi olmalıdır. Hukuk ırk, sınıf, zümre, etnik kimlik, inanç ayırımı gözetmemelidir. Ancak bu anlamda her konuda genel bir eşitlik anlayışı eşitsizlik yaratır. Bireyler tüm ilişkilerinde çok genel ve hiçbir ayırım gözetilmeksizin bir işleme tabi tutulurlarsa bu da bireyin tek başına kalması demektir. DEVLET DEĞİL, BİREY ÖNCELENMELİ Somut durumlarda bireylerin ve ilişkilerinin eşitlenmesi diğer bir deyişle eşit olan ilişki ve durumların eşit işleme tabi tutulması zorunludur. Zaten eşitlik düşüncesi somut durumlarda ayırımı gerektirir özelliklerin göz önüne alınmasını gerektirir. Erich Fromm'un deyişiyle eşitlik her insanın kendine özgü bir tarzda gelişmesinin şartıdır. Oysa bugünkü eşitlik anlayışı bireyselliğin yadsınması anlamına gelmektedir. Hukukun önemli bir işlevi ve boyutu da özgürlükçü olmasıdır. Hukuk, bireyin akıl ve vicdanına uygun olarak aldığı kararları dış dünyada gerçekleştirmek isterken karşısına çıkabilecek engelleri önleyip, ortadan kaldırabilecek önlemleri almalıdır. Hukukun bireyin özgürlüğünü güvence altına alması öncelikli görevidir. İnsan öz benliğini ancak özgürlük ortamında ortaya çıkarabilir ve birey olarak kendisini yaratabilir. Bu nedenle Emile Brehier'in belirttiği gibi keyfiliğe dayanan baskı yönetimi (istibdad) sorunu siyasî değil, ahlakî bir sorun olabilir. Çünkü insana bir araç, bir eşya muamelesi yapılamaz. (Aral- a.g.e )Bir toplumun gelişmesi özgür bireylerin varlığına bağlıdır. Korku ve baskıyla sindirilmiş, özgürlükleri kullandırılmayan, bir otoriteye bağlı kılınmış, birey olamamış insanların oluşturduğu oluşuma toplum denemez. İçindeki değerleri gerçekleştirerek kendisini tanıyan ve seven, birey olabilen insan bu şekilde başkalarına karşı sevgi ve saygı değerini algılayarak hem birey olduğunu hissedecek hem de toplumsallaşacaktır. Hukukun özgürlükçü niteliğinin en önemli boyutu ifade özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bilmek tek hakikat olduğunu iddia edip, onu tartışılmaz kılmak değildir. Hakikate tam olarak ulaşabilmek hiçbir zaman olanaklı değildir. Tüm değer yargıları hakikat olduğu iddiasını taşır. Asıl olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstermektir. Gelişme de buna bağlıdır. Bu nedenle düşüncelerin özgürce açıklanması ve tartışılması zorunludur. Sorunlar hiçbir zaman çözüme ulaşamaz. Her çözüm yeni sorunları da birlikte getirmektedir. 301. MADDE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ Hakikate yaklaşmada bilime ve özellikle felsefeye de önemli görevler düşmektedir. Bu nedenle ifade özgürlüğünün sağlanması ve güvence altına alınması hukukî ve ahlakî bir görevdir. Bu anlamda TCK 301. maddenin varlığı ifade özgürlüğünü yok etmekte, hukuku özgürlüğün güvencesi olmaktan çıkarmaktadır. Voltaire'in "Söylediklerinizin hiçbirine inanmıyorum; ama konuşma hakkınızı ölünceye dek savunacağım." sözünü evrensel bir ilke olarak kabul etmek gerekir. Hukukun özgürlükçü niteliğinin diğer önemli bir boyutu da vicdan özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bireyin gelişebilmesinde, mutlu bir varlık olabilmesinde ahlakî değerlerin büyük önemi vardır. Bu değerler yalnızca insana bağlı olup, bu değerleri aktarabilecek ve yaşamında uygulayabilecek yine insandır. Ancak birey değerler arasında seçim yaparken kendisine dışarıdan bir zorlama yapılamaz. Kendisine hazır davranış kalıpları sunulamaz. Buna ahlakın kendisi izin vermez. Tek bir davranış biçiminin ahlaka uygun olacağı söylenemez. Bireyi kendi seçimine dayanmayan davranışlarından dolayı değerlendirmemiz, sorumlu tutmamız olanaklı değildir. Bu nedenlerle bireyin insan olmanın onuruna sahip ahlakî bir kişiliğe kavuşabilmesi ancak vicdan özgürlüğünün hukukça güvence altına alınmasına bağlıdır. İnsan amaçlı bir hukuk düzeni kimseyi vicdanına aykırı bir davranışa zorlayamaz. Bu zorlamanın başladığı yerde vicdan özgürlüğü ortadan kalkmış olur. Bu bakımdan hukuk en az ahlak olmakla yetinmelidir. Güstav Radbruch'den aktaran Aral'a göre hukuk bireylere ahlakî ödevlerini daha iyi yerine getirebilsinler diye haklar tanır. Kuşkusuz vicdan özgürlüğü bireylerin kendi vicdanî kararlarına karşı saygı gösterilmesini istemek hakkını içerdiği gibi, bunu isteyenlerin diğer bireylerin vicdanî kararlarına karşı saygı gösterme yükümlülüğü altında bulunduklarını da ifade eder. Bu yükümlülük başkalarına ilişkin ahlakî bir değer yargısı vermeme anlamını da içerir. YARIN: TÜRK DEMOKRASİSİNİN GELECEĞİ YARGI REFORMUNA BAĞLI | ||||||||
| DR. ÜMİT KARDAŞ | ||||||||
| 21 Haziran 2007, Perşembe | ||||||||