Thursday, December 20, 2007

Psikolojik savaşta propaganda

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140688



Psikolojik savaşta propaganda

19 Aralık 2007



Psikolojik savaşta propaganda

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır.

Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır.

Düşmanlık duygularının attırılması

Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur.

Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir.

Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir.

Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.

Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir.

Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar.

Çıkara hizmet eden her şey…

Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki?

Abdülhamit ve psikolojik savaş

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır:

“Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.”

Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır.

İnsanları kaygılı hale getirmek

Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.

Her türlü zaaf kullanılır

İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur.

Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı.

Zeki idareciler dikkatli olmalı

Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler.

Kara propagandanın imkânları

1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur.

2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar.

3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler.

4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır.

Kara propagandanın riskleri

1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister.

2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır.

3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur.

4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir.

5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir.

Propagandanın, muhatabı güçlendirici yanıyla mağdur ve mazlum görünümü birleşirse, çevresindeki insanlara kenetleyici etki yapması mümkündür. Düşman liderin bitirilmesi hesap edilirken tamamen tersi bir sonuçlanabilir.

Saturday, August 25, 2007

Türkiye 'yargı reformu'nu ıskalıyor !

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=554133&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman , 21 Haziran 2007, Perşembe



[Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Türkiye 'yargı reformu'nu ıskalıyor !



Türkiye'nin AB üyeliği müzakere sürecinin devam etmesi durumunda yargı yapılanması ve işleyişinin farklı bir noktada olacağı umulabilir. Türkiye'nin yargı reformu konusunda adım atmadığı, siyasi partilerin programlarında kapsamlı bir yargı reformunun yer almadığı ortadadır.



Türkiye'de nasıl bir yargı yapılanması ve işleyişi olacağı Türkiye'nin bugünden gideceği yöne bağlı bulunmaktadır. Türkiye, AB ile müzakerelere başlamasına rağmen, geldiği noktada hangi yöne savrulacağı belirsiz bir aşamada bulunmaktadır. Bu durumda ABD'nin etkisinde kalacak olan Türkiye'nin, ABD'nin Ortadoğu'ya ilişkin politikaları ile bağlantılı olarak nasıl bir rol alacağı, nasıl bir misyon yükleneceği önemli olacaktır. ABD, dış dinamiğinin etkisiyle ve onun çıkarlarıyla bağlantılı bir gelişmenin Türkiye'yi AB'den uzaklaştıracağı, dolayısıyla demokrasinin siyasi ve hukuki kriterlerinin nasıl yaşam bulacağı sorusu ortadadır. Çünkü bugün Türkiye'nin kısmen iç dinamikler, ama daha çok AB dış dinamiğinin etkisiyle anayasal ve yasal bazı düzenlemelere gittiği açıktır. Bu değişiklikler henüz anlayış olarak sindirilemediği ve değişikliklerin altyapıları olmadığı gibi altyapıya ilişkin mali güçlükler de bulunmaktadır. Türkiye'nin AB üyeliği müzakere sürecinin devam etmesi durumunda yargı yapılanması ve işleyişinin farklı bir noktada olacağı umulabilir. Türkiye'nin yargı reformu konusunda adım atmadığı, siyasi partilerin programlarında kapsamlı bir yargı reformunun yer almadığı ortadadır. Yargı reformuna niçin ihtiyaç duyduğumuzu içselleştirebilmek için önce hukuk kavramına felsefi açıdan yaklaşmamız gerekmekte.

Hukuk, kültür değerlerinden biridir. Sosyal, ekonomik ve siyasi gerçeklerden doğan amaçlara hizmet ediyormuş gibi gözükse de hukukun asıl işlevi, sosyal, ekonomik, siyasi gerçekleri hukuk idesinin (adaletin) ışığında makul, kabul edilebilir, mantıkî hedeflere doğru yönlendirmektir. Hukuk sadece yasa anlamına gelmez. Hukuk tekniğinden başka bir de hukukun ahlakı bulunduğunun, bu ahlakın adalet ve insaniyet olduğunun bilincinde olmak gerekmektedir. Ancak bu bilinç teorik kalmamalı uygulamada da hak ve gerçek, iyilik ve insaniyet, özgürlük ve adalet uğrundaki mücadeleye katılma, sonuç olarak hukuka inanma bilinci olmalıdır. Hukuk daha çok içimizde vicdanımızla objektif tabir ile hukuk felsefesiyle özünü idrak ettiğimiz bir şeydir.

Hukuk öncelikle adalete hizmet eden insanî bir yaşam düzenidir. Bu nedenle düzensizliklerin, keyfi davranış ve uygulamaların, ölçüsüzlüklerin tersidir. O, karışıklıkları ve medeni olmayan durumları dışlar. Bu nedenle şekil ve düzen hukukun içeriğinde bulunmaktadır. Belirli bir usule göre konmuş normlar (kurallar), özenle düzenlenmiş bir hukukî prosedür (süreç) olmaksızın, devletin organları arasında yetkiler ölçülü ve kabul edilebilir bir şekilde dağıtılmaksızın, hukuki işlerde asgari bir şekil zorunluluğu kabul edilmeksizin bir hukuk düzeni kurulamaz. Şekil barındırmayan bir hukuk düzeni yoktur, ancak hukukta şekilperestliğe gitmek de uygun görülmez. Şeklin önemli işlevi hukuk güvenliğine hizmet etmektir. Yargı organizasyonunu hukuku uygulamada kararlılığı ve düzeni sağlayacak, hakimin kanunları olaya uygulamasını kolaylaştıracak şekilde düzenlemek hukukun işlevidir. Hakime güven de hukuk güvenliğine dayanmaktadır. Çünkü insanlar hakimin kararlarında sübjektif veya siyasi bir eğilimin değil, objektif hukukun belirginleşmesini isterler. Hukukun ölçülü, sürekli ve eşit uygulanması hak duygusunu besleyen büyük etkendir.

Hukukun diğer önemli bir işlevi hukukun amacıyla bağlantılıdır. Kuşkusuz hukuk, toplumun ve bireyin korunmasını, hak ve özgürlükleri tehdit eden tehlikelerin önlenmesini, idari organizasyonun pratik amacına uygun şekilde işleyebilmesini, suçlarla etkili şekilde mücadele edilmesini, davaların zaman ve masraf bakımından zarara neden olmayacak şekilde düzenli ve hızla yürütülmesini amaçlar. Ancak bütün bunları amaçlarken hukukun gözeteceği hedef-amaç adalet, özgürlük ve insanlık idesidir. Eğer bu hedef-amaç gözetilmezse hukuku çıkar, yarar ve bir siyasetin aracı durumuna düşürmüş oluruz. Hukukun siyasileşmesi ve idarileşmesi adaletin yitirilmesi demektir. Hukuk siyasetin ve idarenin bir aracı değildir. Aksine siyaset ve idare, hukukî bir temele dayanmalıdır.

YARGININ SİYASALLAŞMASI SORUNU

Hukukun hedef amacı adaleti gerçekleştirmektir. Toplumsal mutluluk ve refahın hukukun hedef amaçları olan özgürlük ve adalet gibi evrensel değerlere ulaşmada gösterilecek gayretle bağlantılı olduğu açıktır. Bir hukuk normunun objektif içerik bakımından hukuk niteliğine sahip olabilmesi için özgürlük, hakikat, adalet gibi amaç değerleri esas alması gerekir. Bu değerleri esas almayan bir norm, şekli bakımdan yine hukuktur; ancak objektif içerik ve esas bakımından hukuk değildir. Hukuk objektif hukuk düzenini, hak ise kişisel istem ve iddiayı gösterir. Hak aynı zamanda ahlakî bir değeri, kişisel eylemlerin nihai hedefi olan hakikati, sonuç olarak adaleti temsil eden bir kavramdır. Ancak adalet kavramı hak kavramından önce vardır. Hak kavramı adalet işlevine dayanır. Hak ve adalet hakikatin en yüksek görüntülerindendir. Hakikate, hak ve adalete ise ancak özgürlükle ulaşılabilir. Çünkü özgürlük, çelişkileri aşmamızı ve ortaya çıkacak yeni çelişkileri yeniden aşmamızı sağlayan sonsuz ve özgür ruhun bilincine vardığı son alandır. Özgürlük gerek iç âlemde gerekse dış âlemde ruhun karşı karşıya kaldığı engelleri aşma gücüdür. Asli kavramları anlayabilmenin, olması lazım gelen bilincinin, etik olarak iyi ya da kötüyü, mantıkî olarak doğruyu ya da yanlışı ayırmamızı sağlayan norm ve değer bilincinin özgürlükle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Hukukun varlığının temel nedeni hakka, adalete ve özgürlüğe hizmet etmektir. Hukukun anlamı unutulmuş, güce ve siyasete alet edilmiş olabilir. Bu anlamda bundan zarar görecek olan toplumdur. Böyle bir durumda toplumda uyumsuzluk ve huzursuzluk artacak, kültürün gelişmesi engellenmiş olacak ve toplumun geleceği de tehlikeye düşecektir. Buna karşılık hukuk nihai hedefine yönelik olarak görevini yapınca toplumda uyum, denge ve huzur sağlanacak ve kültürel gelişmenin yolları açılmış olacaktır. (Vecdi Aral- "İnsan Özgür mü?")

Hukukun önemli bir işlevi de barışı sağlayacak bir ortamın yaratılmasıdır. Toplumun barış içinde yaşayabilmesi, barış sever bir hukuk düzeninin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle hukuk düzeni değişik inanç ve düşüncelere sahip bireylerin bir arada yaşayabilmelerine olanak sağlayacak nitelikte olmalıdır. Kimlik farklılıklarına saygıyı oluşturacak bir hukuk düzeni oluşturmak zorunluluktur. William Connoly'nin "Kimlik ve Farklılık" isimli yapıtındaki saptamaları önemlidir. "Her kimlik bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da kötü, anormal veya akıl dışı, özetle "öteki" tanımlaması üzerine kurulur. Öteki sırf varlığıyla bile kimliğin kesinliğini, doğruluğunu, normalliğini, akılcılığını kuşkulu kılar. Bu yüzden de öteki tarih boyunca hep "doğru" kimliği benimsemeye davet edilmiş, olmuyorsa üzerinde baskı kurulup susturulmuş; fethedilmiş, o da olmuyorsa yok edilmiştir." Yine Connoly, demokratik kimlik siyasetinin ne anlama geldiğini "Demokratik bir kimlik siyaseti, aşkın gerçeğe sahip olduğunu iddia eden bir komuta etiğine karşıdır. Kendisinin ve dünyanın belirsizliğinin farkında olan, tartışmaya açık, bu yüzden de kendisine belli bir mesafe ve ironiyle bakan, ötekine özen gösteren ve yaşamın zenginliğine saygı duyan bir etiğe dayanır." şeklinde açıklamaktadır. William James de "İnsan ruhu, kendisinin, ister kolaylık uğruna, ister amaçlı olarak kategorilere göre sınıflandırılmasından nefret eder, buna meydan okur. Kısa yaşamımızı aşan, yalnızca benzersizliğimiz, özel kimliğimizdir. Bu nedenle onu her zaman korumamıza gerek var." saptamasında bulunmaktadır. Bu nedenlerle adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlakiliğini sağlaması görevidir. Bunun sağlanamadığı yerde barış tehlikededir. Ve bireyi hiçe sayan bir hukuk düzeni hukuk adını taşımaya hak kazanamaz.

Toplum içinde barışın sağlanmasının temelini oluşturan, barışı ahlaki bir esasa dayandıran diğer bir nitelik hukukun eşitliği sağlayan bir düzen getirmesidir. Eşitliğin olmadığı yerde barış tehlikeye girer. Bu nedenle yasa önünde eşitlik ilkesi evrenseldir. Hukuk her şeyden önce herkese eşit mesafede duran genel bir eşitliğin güvencesi olmalıdır. Hukuk ırk, sınıf, zümre, etnik kimlik, inanç ayırımı gözetmemelidir. Ancak bu anlamda her konuda genel bir eşitlik anlayışı eşitsizlik yaratır. Bireyler tüm ilişkilerinde çok genel ve hiçbir ayırım gözetilmeksizin bir işleme tabi tutulurlarsa bu da bireyin tek başına kalması demektir.

DEVLET DEĞİL, BİREY ÖNCELENMELİ

Somut durumlarda bireylerin ve ilişkilerinin eşitlenmesi diğer bir deyişle eşit olan ilişki ve durumların eşit işleme tabi tutulması zorunludur. Zaten eşitlik düşüncesi somut durumlarda ayırımı gerektirir özelliklerin göz önüne alınmasını gerektirir. Erich Fromm'un deyişiyle eşitlik her insanın kendine özgü bir tarzda gelişmesinin şartıdır. Oysa bugünkü eşitlik anlayışı bireyselliğin yadsınması anlamına gelmektedir.

Hukukun önemli bir işlevi ve boyutu da özgürlükçü olmasıdır. Hukuk, bireyin akıl ve vicdanına uygun olarak aldığı kararları dış dünyada gerçekleştirmek isterken karşısına çıkabilecek engelleri önleyip, ortadan kaldırabilecek önlemleri almalıdır. Hukukun bireyin özgürlüğünü güvence altına alması öncelikli görevidir. İnsan öz benliğini ancak özgürlük ortamında ortaya çıkarabilir ve birey olarak kendisini yaratabilir. Bu nedenle Emile Brehier'in belirttiği gibi keyfiliğe dayanan baskı yönetimi (istibdad) sorunu siyasî değil, ahlakî bir sorun olabilir. Çünkü insana bir araç, bir eşya muamelesi yapılamaz. (Aral- a.g.e )Bir toplumun gelişmesi özgür bireylerin varlığına bağlıdır. Korku ve baskıyla sindirilmiş, özgürlükleri kullandırılmayan, bir otoriteye bağlı kılınmış, birey olamamış insanların oluşturduğu oluşuma toplum denemez. İçindeki değerleri gerçekleştirerek kendisini tanıyan ve seven, birey olabilen insan bu şekilde başkalarına karşı sevgi ve saygı değerini algılayarak hem birey olduğunu hissedecek hem de toplumsallaşacaktır.

Hukukun özgürlükçü niteliğinin en önemli boyutu ifade özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bilmek tek hakikat olduğunu iddia edip, onu tartışılmaz kılmak değildir. Hakikate tam olarak ulaşabilmek hiçbir zaman olanaklı değildir. Tüm değer yargıları hakikat olduğu iddiasını taşır. Asıl olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstermektir. Gelişme de buna bağlıdır. Bu nedenle düşüncelerin özgürce açıklanması ve tartışılması zorunludur. Sorunlar hiçbir zaman çözüme ulaşamaz. Her çözüm yeni sorunları da birlikte getirmektedir.

301. MADDE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Hakikate yaklaşmada bilime ve özellikle felsefeye de önemli görevler düşmektedir. Bu nedenle ifade özgürlüğünün sağlanması ve güvence altına alınması hukukî ve ahlakî bir görevdir. Bu anlamda TCK 301. maddenin varlığı ifade özgürlüğünü yok etmekte, hukuku özgürlüğün güvencesi olmaktan çıkarmaktadır. Voltaire'in "Söylediklerinizin hiçbirine inanmıyorum; ama konuşma hakkınızı ölünceye dek savunacağım." sözünü evrensel bir ilke olarak kabul etmek gerekir.

Hukukun özgürlükçü niteliğinin diğer önemli bir boyutu da vicdan özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bireyin gelişebilmesinde, mutlu bir varlık olabilmesinde ahlakî değerlerin büyük önemi vardır. Bu değerler yalnızca insana bağlı olup, bu değerleri aktarabilecek ve yaşamında uygulayabilecek yine insandır. Ancak birey değerler arasında seçim yaparken kendisine dışarıdan bir zorlama yapılamaz. Kendisine hazır davranış kalıpları sunulamaz. Buna ahlakın kendisi izin vermez. Tek bir davranış biçiminin ahlaka uygun olacağı söylenemez. Bireyi kendi seçimine dayanmayan davranışlarından dolayı değerlendirmemiz, sorumlu tutmamız olanaklı değildir. Bu nedenlerle bireyin insan olmanın onuruna sahip ahlakî bir kişiliğe kavuşabilmesi ancak vicdan özgürlüğünün hukukça güvence altına alınmasına bağlıdır. İnsan amaçlı bir hukuk düzeni kimseyi vicdanına aykırı bir davranışa zorlayamaz. Bu zorlamanın başladığı yerde vicdan özgürlüğü ortadan kalkmış olur. Bu bakımdan hukuk en az ahlak olmakla yetinmelidir. Güstav Radbruch'den aktaran Aral'a göre hukuk bireylere ahlakî ödevlerini daha iyi yerine getirebilsinler diye haklar tanır. Kuşkusuz vicdan özgürlüğü bireylerin kendi vicdanî kararlarına karşı saygı gösterilmesini istemek hakkını içerdiği gibi, bunu isteyenlerin diğer bireylerin vicdanî kararlarına karşı saygı gösterme yükümlülüğü altında bulunduklarını da ifade eder. Bu yükümlülük başkalarına ilişkin ahlakî bir değer yargısı vermeme anlamını da içerir.

YARIN: TÜRK DEMOKRASİSİNİN GELECEĞİ YARGI REFORMUNA BAĞLI

DR. ÜMİT KARDAŞ
21 Haziran 2007, Perşembe

Türk demokrasisinin geleceği yargı reformuna bağlı !

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=554576&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman , 22 Haziran 2007, Cuma



[Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Türk demokrasisinin geleceği yargı reformuna bağlı !



Çoğulcu demokratik sistemle yönetilen ülkelerden Almanya, İsveç ve Danimarka'da barışta, Avusturya'da ise barışta ve savaşta askerî mahkemeler bulunmamaktadır. Afrika'da Gine askerî yargıyı kaldırmıştır. Diğer çoğulcu demokratik sistemle yönetilen ülkelerin büyük bir kısmında (Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika, İsviçre) ve Afrika'da (Cezayir, Fas, Tunus, Fildişi Sahili, Madagaskar) askerî mahkemelerin işleyişine sivil hakimler katılmaktadırlar...



Toplumlar uzun mücadelelerden sonra hakim bağımsızlığının kendi özgürlüklerinin ve haklarının garantisi olduğunu anlamışlar ve bu bağımsızlığı hakim güvencesi adını verdiğimiz kurumlarla sağlamışlardır. Görülmektedir ki hakim bağımsızlığı ilkesi, hakim güvencesi ilkesi ile tamamlanmakta; bu güvencenin geniş anlamda tanınmadığı yerlerde ise hakim bağımsızlığı ilkesi kâğıt üzerinde kalmakta, yaşama geçirilememektedir. Hakimlerin atanmalarında uygulanacak sistem ile hakim bağımsızlığı ilkesi arasında sıkı bir ilgi bulunmaktadır. Avrupa'nın birçok ülkesinde bu yetki yürütme organına bırakılmamış, ya İsviçre'de olduğu gibi halk tarafından atama sistemi ya da Fransa, İtalya ve Türkiye'de olduğu gibi içinde hakimlerin de bulunduğu karma kurullar tarafından atama sistemi kabul edilmiştir. Anglosaxon sisteminin uygulandığı İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri federal devlette ise bu yetki sınırsız olarak yürütme organına bırakılmıştır. Yürütme organınca atama sisteminin İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde dahi politik tercihlerin ağır bastığı savı ile eleştirildiği düşünülürse, ülkemizde bu sistemin uygulanmasının hakim bağımsızlığı açısından tehlikeli olacağı açıktır. Bu nedenlerle yargının kendi kendisini yönetmesi sistemi hakim bağımsızlığının en etkin aracı olarak görülmektedir. İtalya'da olduğu gibi Yargıtay başkanı ve başsavcısının yasal üye olduğu, diğer üyelerin bir kısmının hakimler arasından kendileri tarafından, bir kısmının ise hukuk profesörleri ve 15 yıl fiilen avukatlık yapmış avukatlar arasından yasama organınca seçildiği bir kurulun oluşturulmasının uygun olacağı kanısındayım. İtalya'da kurulun başkanı cumhurbaşkanıdır. Söz konusu kurul bir dönem görev yapacak; ancak kurul üyeleri bu görevi yürütürlerken başka bir görev alamayacaklardır.

HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU

1982 Anayasası'nın kabulünden sonra çıkarılan 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 62. ve 69. maddeleri uyarınca hakimlerin meslekten ayırılmalarında Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yetkili kılınmıştır. Bu düzenleme ile 1934 tarihli Hakimler Kanunu'nun o dönem için koymuş olduğu düzenlemeye benzer bir sisteme dönülmüştür. Bugün Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun kuruluşu içinde Adalet bakanının ve bir yüksek memurunun bulunması bu kurula idari bir nitelik vermektedir. Çoğunluğun hakimlerden oluşması önemli değildir. Söz konusu yargıçlar bu görevi ikincil bir görev olarak yapmaktadırlar. Ayrıca Adalet Bakanı yürütme organının bir temsilcisi olarak bu kurulun başkanıdır. Bu yapıdaki bir kurulun hakim bağımsızlığı açısından en önemli bir yetkiyi kullanmasının son derece sakıncalı olduğunu belirtmek gerekir. Çoğulcu demokratik sistemle yönetilen birçok ülkede bu yetkinin Parlamento, Yargıtay, Yüksek Hakimler Kurulu gibi organlara verildiğini, çok katı yöntemlere bağlandığını görmekteyiz. Hakimlerin özlük işlerinin yukarıda oluşumunu ve işleyişini belirttiğimiz bir kurul tarafından görülmesinden yana olduğumdan bu yetkinin böyle bir kurula verilmesi gerektiği düşüncesindeyim.

Ülkemizde ise Adalet bakanının başkanı olduğu kurul hakimlerin hem atamalarında hem yükselmelerinde etkili bulunmaktadır. Bu düzenlemenin hakim bağımsızlığı ilkesi ile bağdaşmadığı açıktır. Ayrıca 2802 sayılı yasanın 23. maddesi uyarınca hakime daha kıdemli hakim tarafından sicil verilmesinin ve yine hakimlere adalet müfettişlerince denetimler sırasında hal kâğıdı düzenlenmesinin, yükselmelerde bu sicil ve hal kâğıtlarının esas alınmasının hakim bağımsızlığı ilkesini zedelediği görülmektedir. Hakimlerin mesleğe alınmalarında yürütme organınca atama sistemi kabul edildiği takdirde hakimlerin yükselmelerini kabul etmemek bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer hakimlerin özlük işlerinin yukarıda oluşumunu ve işleyişini belirttiğimiz bir kurul tarafından görülmesi kabul edilirse yükselmelerin otomatik olması, hakimler arasında sınıf ve derecelerin azaltılması, yükselmelerinin seyrekleştirilerek basamaklar arasında daha uzun bir huzur devresi sağlanması koşulu ile hakimlerin yükselmesi sistemi uygun olabilir.

TABİİ HAKİM İLKESİ HAYATA GEÇİRİLMELİ

1982 Anayasası'nın 144. maddesi ile hakimlerin denetimi Adalet Bakanlığı'na bırakılmıştır. 2802 sayılı yasanın 99 ve 100. maddeleri ile hakimlerin Adalet Bakanlığı'na bağlı Teftiş Kurulu müfettişlerince denetlenmelerine ilişkin düzenlemeler getirilmiştir. Bu düzenlemeler ile 1934 tarihli Hakimler Kanunu ile getirilmiş olan sisteme dönülmüştür. Denetimleri yürütme organına bırakılmış hakimlerin bağımsızlıkları daima tartışma konusu olacaktır. Yine hakimlere Adalet bakanının başkanı olduğu kurulca disiplin cezası verilebilmesi hakim bağımsızlığı ile bağdaşmamaktadır. Hele bu kurulca verilen disiplin cezalarının yargı denetimine tabi olmayışı durumun olumsuzluğunu artırmaktadır.

Bu ilkenin dar ve geniş olarak iki ayrı tanımını yapmak olanaklıdır. Yasanın suçtan önce gösterdiği hakim dar anlamda tabii hakimdir.. Bu tanıma göre suçun işlenmesinden önce, önceden bakılacak davalar düşünülmeksizin gösterilen hakim tabii hakimdir.. Bu tanım yeterli bir tanım olmayıp, ilkenin özüne inmemektedir. Oysa tabii hakim ilkesinin zaman kavramı dışında bir öz anlamı vardır. Bu ilkenin dar anlamda ele alınarak sadece suçtan önce kurulmuş, hatta yasayla kurulmuş mahkeme hakimleri kabulü ile özdeşleştirilmesi ilkenin sadece şekilden ibaret kalmasına yol açar. Bu ilkenin şeklin üstünde bir öz anlamı olması gereği sadece anayasa hukuku ile açıklanamaz. Bu ilke ceza usulünün genel teorisi ile ancak tabii hakim ilkesine belirgin ve gerçekçi bir anlam verilmesiyle korunabilmektedir. O halde geniş anlamda ve günümüzde kabul gören tabii hakim, bağımsız bir yargı organizasyonu içinde görev yapan, usul hukuku düzenlemeleri ile gerçek anlamda tabii yargı alanına sahip kılınmış, tarafsız, güvenceli, bağımsız yargıçtır. Kuşkusuz tabii hakim ilkesi istisnai ya da olağanüstü mahkemeler kurma yasağını da içerir. Ancak olağanüstü mahkeme kurulmadan da tabii hakim ilkesi çiğnenebilir. Normal hukuk düzeni içinde de, olağan yargı yerleri arasındaki görev ve yetki bölüşümüne uymayan uygulamalar da bu ilkenin ihlali anlamına gelir. Örnek vermek gerekirse askerî suç tanımının genişletilerek askerî yargının yetki alanının genişlemesi bu ilkeyi ihlal etmektedir. Söz konusu ilkenin bu şekilde ihlali devleti polis-devlet yapar. Tabii hakim ilkesi yoksa hakim bağımsızlığından da, hukuk devletinden de söz edilemez. Nitekim bir davayı belli bir biçimde sonuçlandırmanın en etkili yolu genel yetki-görev kurallarına göre davaya bakması gereken yargılama yerlerini devre dışı bırakacak düzenlemeler yapmaktır. Bu nedenle tabii hakim ilkesine aykırı olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin kaldırılması yerinde olmuştur. Ancak bu mahkemelerin baktıkları davaların devredildiği ağır ceza mahkemelerinde görülen davalar için CMK'ya özel kurallar konulması bu ilkenin ihlal edildiğini göstermektedir. DGM'ler kaldırılmış gözükse de aslında bu mahkemeler sadece tabela değiştirmiştir. Sonuç olarak tabii hakim ilkesi önceden kurulmayı, bakacakları dava ve suçların yerel, görevsel ve kişisel olarak görev karmaşasına yol açmayacak biçimde kesinleşmesini, yargıçların izleyecekleri yargılama usulünün suçtan önce yasa yoluyla saptanmasını ve birey-yurttaşlar bakımından farklı usuller uygulanmasının engellenmesini kapsar. Kuşkusuz tabii hakim aynı zamanda bağımsızlık ve tarafsızlık güvencesi sunan hakimdir.. Bu nedenle bu iki ilkenin birleştiği söylenebilir. Hukuk devletinin gerekleri olan hakim bağımsızlığı ve güvencesi ilkeleri tabii hakim ilkesinin uygulamaya sokulmasıyla somutlaşmaktadır. Burada esas olan tabii mahkemeden çok süje olan tabii hakimdir. Hakime ilişkin her türlü güvencenin olması gereken şekilde varlığı bu ilkenin sağlıklı var oluşu açısından önemlidir.

Yargılama, devletin ulusun egemenliğine dayanarak yaptığı bir eylemdir. Yargılamanın egemenlik gibi tek olması bir zorunluluktur. Bir devlet içinde birden çok yasama erki, birden çok yürütme erki olmayacağı gibi, yargılama erki de tek olmalıdır. Elinde güç olanların özel bir yargılama gücüne egemen olmak istemeleri durumunda ulusun egemenliği kuralı zedelenmiş olur. Bunun anlamı ulusun egemenliğinin ve dolayısıyla yargılama erkinin bölünmesi demektir. Ayrı bir yargılama isteği elinde bir güç olmayanlardan gelmeyip, belli bir gücü elinde tutanlardan gelir. Eskiden derebeylerin, kiliselerin, kabile ve aşiretlerin kendilerine özgü mahkemeleri vardı. Bugün ise bazı güçlü baskı grupları kendileri için yurttaşların gittiği mahkemelerden ayrı mahkemeler kurulmasını sağlamaktadırlar. Oysa yargılama birliği kuralı, elinde güç bulunduranların kendilerine ayrı mahkeme istemelerine ve böylece niteliği aynı olan uyuşmazlıkların bir kısmının adliye, bir kısmının ise adliye dışı yargılama makamlarında çözülmesine engeldir. Örneğin bir eylemin suç olup olmadığı sorununun çözümü bakımından hem adliye mahkemeleri, hem askeri mahkemeler yetkili olursa yargılama birliğinden sapılmış olunur.

ASKERÎ YARGI KALDIRILMALI MI?

Gerçekten yasama ve yürütme organlarına karşı bağımsız olması gereken yargılama erkinin tek olması egemenliğin tek olmasının mantıki sonucudur. Daha önemlisi parçalanmış bir yargı organizasyonunda hakimlerin bağımsızlığını sağlamak çok zordur. Kaldı ki adliye dışı mahkemeleri tabii hakim ilkesi bakımından da açıklamak olanaksızdır. Sonuç olarak hakim bağımsızlığı ve tabii hakim ilkeleriyle yargılama birliği ilkesi birleşmektedir. Bu nedenle askerî mahkemelerin bir uzmanlık mahkemesi olarak (asker mahkemesi) iş mahkemesi, ticaret mahkemesi gibi adliye içinde düzenlenmesi gerekir. Bu durumda sivilleşme de yani askerlerin tabii hakimleri olan sivil hakimler önünde yargılanmaları sağlanmış olacaktır. Ayrıca sivil kişilerin askerî mahkemelerde yargılanmaları sorunu da ortadan kalkacaktır.

Askerî mahkemelerin sanığın silah arkadaşları tarafından kurulması fikri kuşku yoktur ki orta çağda egemen olmuş bir anlayışın ve feodalite döneminden arta kalmış bir izin ürünüdür. Çünkü orta çağda insanlar ayrıcalıklı zümreler arasında bir bölünmeye ve sınıflandırmaya uğramaktaydılar. Ayrıca bu ayrıcalıklı zümreler arasında da bir derecelendirme vardı. Bu nedenle her yargılanacak kişi bağlı olduğu zümrenin adamları tarafından yargılanıyordu. Bugün ise var olan anayasal kurallara göre ayrıcalıklı zümre ve sınıf yoktur. Demek ki yukarıda açıklanan orta çağ anlayışı hem kaynağında hem uygulamada değişmiştir. Yine denilebilir ki ceza yargılamasının amacı maddi gerçeği bulmaktır. Belirli bir kültür düzeyine ulaşmış, belirli bir ulusta izlenen yargılama usulü gerçeğe ulaşmanın en iyi usulü olarak görülmüş ve kabul edilmiştir. Bu nedenle o ulusun kültür düzeyi orduda ve sivil yaşamda ayrı olamayacağından, sivil yaşam için izlenen yargılama usulünü ordu için değiştirmenin inandırıcı bir gerekçesi bulunmamaktadır.

Bunların dışında askerî hakimler cübbeli de olsalar subay üniforması içinde görev yapmaktadırlar. Kendisinden rütbece daha kıdemsiz bir askerî hakim tarafından yargılanmak, yargılanan rütbeli asker kişide ve özellikle sivillerde psikolojik bir eziklik ve güvensizlik yaratmaktadır. Oysa sivil mahkemede sivil hakim önünde yargılanırken rütbe ve üniforma söz konusu olamayacağından yargılanan rütbeli asker kişi bakımından psikolojik rahatlık ve güven duygusu sağlanmış olacaktır. Ayrıca asker kişinin de güvenceli ve bağımsız tabii hakimi önünde yargılanmak hakkı vardır. Yine askerî mahkemeler sivilleri askerlerle birlikte işledikleri önemli suçları nedeniyle yargılamakta, böylece yetkileri genişlemektedir. Bu yetki genişlemesi insan haklarını tehlikeye sokmaktadır. Çünkü askerî hakimler askerî hiyerarşi içindedirler. Tüm belirttiğimiz nedenlerle askerî mahkemeler yargılama birliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadırlar. Ayrıca yargılama birliği ilkesi, hakim bağımsızlığı, tarafsızlığı, güvencesi ve tabii hakim ilkeleriyle birleştiğinden, bu ilkeler de adil yargılanma hakkının unsurlarını oluşturduğundan bu anlamda hukuk güvenliği sağlayamayan askerî mahkemelerin kaldırılması gerekmektedir. Bu nedenle asker kişilerin işledikleri tüm suçlara, adlî yargılama düzeni içinde yer alan ve sivil hakimlerden oluşan mahkemeler bakmalıdırlar. Bu düzenleme ile barış zamanında askerî mahkemelerde yargılanan asker ve sivil kişiler bakımından tabii hakim ilkesine dönülmüş olacaktır. Temyiz yeri olarak içtihat farklılıklarını önlemek ve yargılama birliğini sağlamak için birçok ülkede olduğu gibi tek bir Yargıtay yeterlidir. Sivil Yargıtay'ın bir dairesi askerî davaların temyiz incelemesini yapabilir. İngiltere, Kanada, Belçika, Hollanda, Fransa, Yunanistan, Rusya, Tunus ve Cezayir'de Askerî Yargıtay bulunmamaktadır. Çoğulcu demokratik sistemle yönetilen ülkelerden Almanya, İsveç ve Danimarka'da barışta, Avusturya'da ise barışta ve savaşta askerî mahkemeler bulunmamaktadır. Afrika'da Gine askerî yargıyı kaldırmıştır. Diğer çoğulcu demokratik sistemle yönetilen ülkelerin büyük bir kısmında (Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika, İsviçre) ve Afrika'da (Cezayir, Fas, Tunus, Fildişi Sahili, Madagaskar) askerî mahkemelerin işleyişine sivil hakimler katılmaktadırlar. Bu sivilleştirme eğiliminin sonuç olarak yargılama birliği ilkesi uyarınca bizim önerdiğimiz ve dünyada örnekleri görüldüğü gibi askerî mahkemelerin kaldırılması eğilimine dönüşeceği görüşünü taşıyorum. Adil yargılanma hakkının uygulanabilirliği ancak böyle olanaklı olacaktır.

YARIN: ANAYASA MAHKEMESİ'NİN YAPISINDA

DEĞİŞİME NEDEN İHTİYAÇ VAR?

DR. ÜMİT KARDAŞ
22 Haziran 2007, Cuma

Anayasa Mahkemesi'nin yapısında değişime ihtiyaç var

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=554982&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman , 23 Haziran 2007, Cumartesi



[Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Anayasa Mahkemesi'nin yapısında değişime ihtiyaç var



Türkiye'nin demokratikleşmesinde, kurulacak anayasal çatının önemi bulunmaktadır. Yeni yapılacak anayasada MGK gibi yarı askerî bir kurum, askerî mahkemeler, disiplin mahkemeleri, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi gibi askerî kurumlar yer almamalıdır.



Kısa ve öz olarak yazılacak böyle bir anayasa askerin yürütme erkine ortak olmasını ve kendisine ait cezai ve idarî yargı alanları yaratmasını önlemiş olacaktır. Böylece öncelikle askerin siyaset kurumu üzerindeki vesayeti ve kendisine hukuk alanı yaratması sonucu oluşan hukukun zemin yitirmesi önlenmiş olacaktır. Siyasetin askerîleşmesi sonucu oluşan tıkanıklıklar giderilecek, siyaset çözüm üreten bir kurum durumuna gelecektir. Siyaset alanının sivilleşmesiyle birlikte toplumsal alanın da sivilleşmesi kolaylaşacaktır. Yeni anayasada temel hak ve özgürlükler tarif edilmeli, bu hak ve özgürlüklerin ancak demokratik bir toplumda gereklilik ve meşru amaçla orantılılık ölçütlerine göre yasayla sınırlanabileceği özellikle belirtilmelidir. Bu anayasada yasal hakim ilkesi değil, tabii hakim ilkesi açıkça düzenlenmelidir. Yeni anayasada cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler, YAŞ ve HSYK gibi organların aldıkları tüm kararlar dahil hiçbir organın işlem ve eylemlerinin yargı denetimi dışında kalmayacağı öngörülmelidir. Böylece hukukla sınırlanmış bir siyaset ve bürokrasi çerçevesi çizilmiş olacaktır.

Özellikle hukuk güvenliğinin temeli olan adil yargılanma hakkının gerçekleşmesi yargılama organizasyonunun tek çatı altında toplanmasıyla sağlanacaktır. Tek bir yargıç statüsü, tek çatı olarak Yargıtay altında toplanmış, uzmanlık dalları olan yargı organizasyonu, tek bir ceza usul yöntemi hem yargılama birliğini hem de hukuk güvenliğini sağlayacaktır. Güvenceli savcılara bağlı, hukuk eğitiminden geçmiş, teknolojik bakımdan donanımlı adlî kolluk örgütü kurulması, kaliteli hukuk eğitimi, iyi seçilmiş hakim, savcı, avukat ve adlî personel kadrosunun sağlanması önemlidir. Çok şikâyet edilen hakim tarafsızlığı konusu yukarıda belirtilen tüm ilkelerle bağlantılı olduğu gibi hukukçuların bilgi ve vicdan sahibi olmalarıyla da yakından ilgilidir. Türkiye'de askerî vesayet ve devlet ideolojisi hakim tarafsızlığını etkilemektedir. Her türlü silahlı güç, ideoloji ve iktidar karşısında hakimin bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruması kolay değildir. Tarafsız hakim için hakimin bilgili, donanımlı, ahlaklı, vicdanlı ve güvenceli olması gerekmektedir. Almanya'da hukuk öğrenimi 7 dönem sürer ve bu dönemin sonunda diploma verilmez. Kişi 1. yeterlik sınavına giriş hakkını kazanır. Bu sınavda iki hak tanınmış olduğundan kendisini hazır hissetmeyen sınava girmez. Sınavı kazanan, devletin ücret verdiği, 2,5 yıl süren staja başlama hakkını kazanır. Stajın sonunda yapılan 2. yeterlik sınavını kazanan, tam hukukçu "assessor" unvanını alır. Assessor, hakimlik mesleğini yapabilecek tarzda yetiştirildiğinden diğer meslek gruplarına (avukatlık, noterlik, savcılık, şirket avukatlığı) kolayca uyum gösterir. Yine hukuk fakültesi mezunu olmayanların hakim olmaları önlenmelidir. Hukuk nosyonu olmayan, hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi altyapısı bulunmayan meslek sahiplerine hakimlik yaptırmak hukukun temel ilkelerine aykırıdır. Yine Anayasa Mahkemesi üyeleri içinde bu şekilde hakimlik kariyeri yapmış üyeler bulunmaktadır. Bu mahkemenin aynı zamanda yüce divan olarak ceza yargılaması yaptığı düşünüldüğünde böyle bir yapılanmanın sakıncaları ortaya çıkmaktadır. Bu mahkemeye hakimlik, avukatlık, akademisyenlik alanında belli bir düzeye gelmiş olanlar arasından üye seçimi yapılmalı, bu mahkemeye parlamento üye seçebilmeli ve yurttaşlara bireysel başvuru hakkı tanınmalıdır. Bunların dışında Adalet Bakanlığı'nın bütçeden aldığı payın artırılıp han ve apartmanlardan bozma yerlerde adalet dağıtılmasına son verilerek yargının işlevine ve prestijine uygun bir altyapıya kavuşturulması zorunludur. Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nda yapılan son değişiklikler faşist uygulamaların yolunu açacak niteliktedir. Bu değişikliklerle birlikte devletin polis-devlet niteliği ön plana çıkmıştır. Böylece rejim askerî vesayete dayalı polis-devlet (çelikten devlet) olarak demokrasi ve hukuk dışılığa savrulmuştur. Ceza hukukunun evrensel ilkelerini zedeleyen ve çifte standartlı bir ceza uygulamasına neden olan Terörle Mücadele Yasası'nın kaldırılarak, Türk Ceza Kanunu'nda ifade özgürlüğü ile birlikte basın özgürlüğünü güvenceye alacak değişiklikler yapılması gerekmektedir. Ancak tüm bu önceliklerin yanında demokratik cumhuriyeti kurabilmek ve yaşatabilmek için birey-yurttaş yetiştirebilecek eğitim ve kültür politikalarını planlayıp, uygulamak da önemlidir. Yargının demokratikleşmesinin rejimin demokratikleşmesi açısından yaşamsal önemde olduğu ortadadır. Türkiye'nin geleceği yargının demokratikleştirilmesiyle yakından ilgilidir. (BİTTİ)

DR. ÜMİT KARDAŞ
23 Haziran 2007, Cumartesi

Askerî vesayete son verme şansı

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=570939&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman , 29 Temmuz 2007, Pazar



[Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Askerî vesayete son verme şansı



Seçmenin sandıkta verdiği mesajı özellikle iki kurumun iyi analiz etmesi gerekmektedir. Bu kurumlardan biri silahlı bürokrasi olan TSK, diğeri ise bir siyasi parti olan CHP'dir.



TSK bu seçim sonucunu 1960 yılından bu yana her türlü askeri müdahaleden sonra yapılan seçim sonuçlarıyla birlikte değerlendirmelidir. Toplumun kozmopolit yapısı ve uzun bir süreden beri devam eden hızlı göç olgusu yine her alanda dışa açılmanın yarattığı beklenti ve umutlar ve bu durumun yarattığı değişim dalgası sosyolojik, siyasi ve ekonomik değerlendirme ve analizleri dahi kısa sürede yetersiz kılabilmektedir. Bu hızlı değişim dalgasının bilimsel olarak izlenmesi ve siyasi alanda yeni değerlendirmeler ve projeler üretilmesi hususları değişimin hızına yetişememektedir. Dış güvenlik ve düşmana karşı mücadele anlayış ve teknikleri üzerine kurumsallaşmış olan ya da en azından kurumsallaşmış olması gereken silahlı bir kurumun sözünü ettiğimiz bu alanı kendi alanı gibi sahiplenip, çeşitli müdahalelerde bulunarak toplum mühendisliğine kalkması demokrasiyle bağdaşır bir durum olmadığı gibi, kurumsal uzmanlığı ve algılarının dışına çıkarak siyasetin, bilimin ve hukukun alanına girmesi kendisini başarısız kılmakta, güç ve prestij yitirmesine neden olmaktadır. Ayrıca bu durum halkın gerçek sorunlarının tartışılmasını ve çözümünü bloke etmekte ve ülkenin dış dünyadaki algılanma eşiğini düşürmektedir. Seçkinci bir anlayışla küçümsenen, doğruyu yanlıştan ayırt etme yeteneği olmadığı düşünülen, sürekli bir göçle hızlı bir değişim yaşayan ya da geldiği yerde tutunmaya çalışan veya kişiliği ile kamusal alanda var olmak isteyen ve halkın büyük bir kesimini oluşturan seçmen, vesayet altında tutulması gereken çocuk muamelesi görmek istememekte, kendi iradesiyle seçtiği temsilcilerinin yetki alanlarına müdahale edilmesine, onların hırpalanmalarına ve mağdur edilmelerine tepki göstermekte ve mağduriyet duygusu üzerinden kendisini vekilleriyle özdeşleştirmektedir. Bu seçmen kitlesi, yerleşik kentli, sosyo-ekonomik statüsü daha yüksek, laiklikten çok yaşam biçimini tehdit altında gören seçmen kitlesine göre adam yerine konmayışın uyandırdığı bilinç ve tarihsel sağduyuyla demokrasi, özgürlük ve sosyal refah güzergahını dolayısıyla korkuyu değil, umudu işaret etmektedir. AKP'nin bu güzergahta ne kadar irade göstereceği bilinmemekle beraber en azından halka bu umudu verdiği görülmektedir. TSK'nın dış güvenlik alanında güçlü ve yeterli olması ve kurumsal prestijini onarması bakımından kendi asli görevine dönmesi bir zorunluluktur. TSK'nın siyaset yapmak, makro ve mikro siyasetin içinde yer alarak çözüm üretmek, toplum mühendisliği yoluyla topluma, siyasete ve yargıya müdahale etmek gibi bir görevi ve yetkisi bulunmamaktadır. Bu nedenle suç oluşturan bu eylemleri gerçekleştiren asker kişiler hakkında rütbe ve konumu ne olursa olsun cezai ve idari yaptırımlar uygulanmalıdır. Yeni yapılacak anayasada yargıda iki başlılığa son verilerek, yargılama birliği sağlanmalı, asker kişilerin tabii hakimleri önünde yargılanmaları yolu açılmalıdır. TSK da bazı yetersiz ve ihtiraslı siyasetçi ve bürokratların telkinlerine itibar etmeyip, kurumun itibar ve prestijini korumalı ve milletin ordusu olarak halkın verdiği demokrasi mesajını iyi değerlendirip, kendi asli görevine dönmelidir. Her yurttaş kendi asli görevini iyi yaptığı zaman sorumlu bir yurttaş olarak görevini yerine getirmiş olur. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde İttihatçıların orduyu siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmeleri sonucuna yol açmıştır (Halaskar Zabitan Grubu, Temmuz 1912 darbesi). Bu durum orduda disiplinsizliğe ve ordunun gücünün sarsılmasına neden olmuştur. Siyasi alanda etken olması sonucu kendi görevini yapamaz duruma düşen ordu siyaset adamlarını sorumluluk duygusundan yoksun kılmıştır. Siyasi işlere yakın ilgi gösteren ordu Balkan hezimeti gibi bir başarısızlık yaşamış ve 1912'de Rumeli'de ordu içinde ülkenin siyasi istikrarını etkileyecek kaynamalar başlamış, bu durum kaygılar yaratmıştır. TSK'nın Osmanlı'nın son dönemi ile 1950-2007 arasındaki dönemi özellikle son seçim sonuçlarıyla birlikte iyi analiz etmesi ülke ve kurum açısından yaşamsal önemdedir.

II. Meşrutiyet döneminin açılmasında önemli rol oynayan ordunun İttihat ve Terakki üzerinden siyasetle ilgilenmesi devletin siyasi varlığı bakımından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. En büyük hata olarak nitelendirilen ordunun siyasi işlere iştirak etmesi veya ettirilmesi durumu sonunda siyasi ihtirasların tatmininde askerî gücün araç olarak kullanılmasına yol açmıştır. Gerek İttihat ve Terakki ve gerekse muhalefet iktidarı elde etmenin ve iktidarda kalmanın yolunu ordunun yardımında ve onun siyasi işlere müdahale etmesinde aramışlardır. Bu geleneğin imparatorluktan günümüze miras kaldığı görülmektedir. Nitekim CHP bu geleneği çok partili rejime geçildiğinden beri aynen sürdürmüş ve son dönemde ordu ile bir blok oluşturmuştur. CHP otoriter bir devlet partisi olarak devletle, özellikle orduyla bütünleşirken yaşam biçimlerinin değişeceği endişesi ve korkusu yaşayan kesimi dışında halkın büyük çoğunluğundan kopmuş, bunun sonucu olarak bu tablo içerisinde değişen dünya ve ülke koşullarını göz önüne alıp, sorunları çözmeye yönelik değişim programını sistem eleştirisi üzerine inşa etmesi gerekirken bunu yapamamış, halka ulaşacak kanalları açık tutan ve parti içi demokrasiyi yaşama geçiren, düzeyli muhalefet seçeneklerini barındıran bir yapıya kavuşamamıştır. Monark bir parti lideri, oligarşik bir kadro ve bu yapıya bağlı merkez yönetimi, parti örgütleri, delegeler ve meclis grubuyla otokratik, çözüm üretemeyen ve toplumu devletleştirmeye çalışan bir yapılanmanın çürümesi kaçınılmazdı. Bir yapı salt yolsuzluk nedeniyle çürümez. Bir yapı monark anlayışıyla yönetiliyorsa, değişimleri öngörmüyorsa, çözüm ve yenilik üretemiyorsa, bilgili ve düzeyli muhalefet seçeneğini içinde barındırmıyorsa böyle bir yapı sonunda çürür. Ve kendisine yaratacağı muhalefet ancak şiddeti barındıran öfke, sığlık ve kalitesizlikle kendisini gösterir. CHP'nin bugün geldiği noktada daha milliyetçi, daha laikçi, daha otokratik, daha antidemokratik bir parti olduğu kesindir. Seçim sonuçlarından CHP lideri ve yönetim kadrosunun kişisel sorumluluk duymamaları ahlaki ve hukuki izahın dışındadır. Aslında bu partinin sosyal demokrat bir parti olması istenilmemelidir. CHP'nin kurumsal ve tarihsel olarak sosyal demokrat bir partiye dönüşme imkanı bulunmamaktadır. Devletçi gelenekten gelen bu partinin marjinal bir parti olarak kalması daha uygundur. Bu nedenle ilkelere bağlılıkları ve tutarlılıklarıyla siyasetin kenarında kalmış sol kesim ile siyasetin dışında kalmış sol kesimin bir araya gelerek yeni evrensel bir sol anlayışla gerçek bir sosyal demokrat partiyi inşa etmeleri gerekmektedir. AKP demokrasinin ve sol değerlerin tek ve yeterli adresi olamaz. Bu AKP'ye de haksızlıktır. AKP'ye karşı gerçek sol bir seçeneği barındırmayan rejimin devamı imkansızdır. AKP'ye karşı iktidar olma iddiasını da ortaya koyan gerçek bir muhalefeti ancak yeni bir sol parti yapabilir. Çünkü AKP artık merkez sağ alana oturmuştur. Sol ideolojinin birikimli ve deneyimli aydınları, politikacıları ve duyarlı bir halk tabanı bulunmaktadır. Üstelik ülkenin yaşadığı çözülme ve göç olayı nedeniyle halkın sol söylemle buluşması ve bunun sonucu olarak tabanın genişlemesi kolaylaşmıştır. Kürt yurttaşların da bu partide yer alarak sorunlarının çözümünü bir kitle partisinde aramalarının yolu açılmış olacaktır.

Dr. Ümit Kardaş
29 Temmuz 2007, Pazar

Laik, demokratik, hukuk devleti klişesi!

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=560483&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman , 06 Temmuz 2007, Cuma



[Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Laik, demokratik, hukuk devleti klişesi!



Ülkemizde demokratik siyasi yaşamın ana damarları tıkanmış ve siyasi partiler felç geçirmiş birer organizma durumuna gelmişlerdir. Rejim, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile yeni yapılanmalarla birlikte askerî bürokrasinin egemenliği altına sokulmuş, çözümler bürokrasiden yürütme organına ve Parlamento'ya aktarılarak rejimin asli organları üzerinde vesayet oluşturulmuştur.



Oysa demokrasinin ve siyasetin temeli halkın istek ve özlemlerinin siyasi partilerin kurdukları iletişim kanalları ile partilerin siyasi-teknik kadrosuna ulaşması, bu kadronun oluşturduğu çözümlerin yürütme organınca veya muhalefet partilerince parlamentoya getirilip tartışılmasıdır. Demokrasinin bu temel işlevi ülkemizde işlememektedir. Bu durumun bir nedeni 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile getirilen demokrasiye ve hukuka aykırı değişiklikler ve yapılar olmakla birlikte diğer önemli bir nedeni de siyasi partilerin parti içi demokrasiyi işletemeyişleri, yıpranmış şaibeli kadrolarla siyaset alanında kalmaya çalışmalarıdır. Dipten bir dalga, bir itme gelmediği için, siyasi partiler yeni bir kanla yeni bir dinamizm yaratıp, güven duygusu yayamadıklarından bitkisel hayattan çıkamamaktadırlar.

Türkiye demokratik bir devlet mi?

12 Eylül yapılanması ve anlayışıyla oluşan askerî bürokrasinin gücü ile siyasetteki tıkanıklığın birbirini beslemesi ve bürokrasi ile bürokrasinin uzantısı siyasi kadroların ve devletin ideolojik aygıtı olarak görev yapan STK'ların direnişleri nedeniyle Türkiye, özgürlüklerin güvence altına alındığı demokratik bir hukuk devletine gidecek yolu açamamaktadır. Türkan Saylan'ın devletin silahlı bir ideolojik aygıtı olan TSK'yı bir STK olarak değerlendirmesi her türlü izahın dışındadır. Devletin baskıcı ve ideolojik aygıtları olarak davranan STK'lar dışında kalan sivil toplum örgütleri, kısıtlanmış ifade özgürlüğünün daraltılmış sınırları içinde etkili olamamakta, medya ise rejimi payandalayarak gerçek sorunları tartışma alanı dışında tutma işlevini görmektedir. Rejim siyaseti çözüm üretemez, üniversiteleri bilim üretemez, aydınları ve gerçek sivil toplum örgütlerini fikir ve çözümlerini ifade edemez, medyayı gerçek haber ve objektif yorum üretemez duruma getirmiştir. Bu tablo iç dinamiklerin iflasıdır. Türkiye hiçbir gerçek sorununu tartışmamakta, hatta bu sorunlarından kaçmaktadır. Ekonomik sorunlarını hiçbir çözüm üretmeden, IMF tarafından sunulan reçeteleri kabul ederek tartışma alanından çıkarmıştır. Siyasi ve hukuki sorunları ise sadece Avrupa Birliği'ne girmek için uyulması istenen normlar bağlamında düşünerek tartışma alanının dışına itmeye çalışmaktadır. Siyasi-hukuki sorunların çözümünü Avrupa Birliği karşıtı milliyetçiler ile Avrupa Birliği taraftarı hainler arasındaki bir mücadele noktasına getirmek akıl dışı, gerçeklerden uzak, vasat altı bir anlayışın ürünüdür. Türkiye gerçek sosyal, ekonomik, siyasî, tarihî ve hukukî sorunlarını Avrupa Birliği normları gerektirmese de kendi halkının çıkarları nedeniyle tartışıp çözmek zorundadır. Özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir hukuk devletini sağlamazsanız ne ekonomik ne sosyal ne etnik hiçbir sorununuzu çözemezsiniz.

1982 Anayasası'nın 2. maddesinde TC'nin 'demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti' olduğu yazılıdır. Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlet midir? Yukarıda da belirttiğimiz gibi siyaset aşağıdan yukarıya doğru yapılmamakta, yukarıdan oluşturulup halka dayatılmaktadır. Halkı ergen olmayan, kendini idareden aciz, güvenilmez gören bir anlayışın yarattığı bir rejim. Halksız demokrasi. Çoğulculuğa geçit vermeyen, farklılığa tahammül edemeyen, katılımın önünü kesen bir yapılanma. Anayasa'sı ile Siyasi Partiler Yasası ile Seçim Yasası ile Ceza yasaları ile. Ve en önemlisi MGK ile ilgili son Anayasa değişikliklerinin hiçbir değişiklik yaratmadığı açıktır. Gerçek demokrasi ile yönetilen hiçbir ülkede ve kamu hukuku tarihimizde böyle bir yapılanma bulunmamaktadır. MGK üyesi siyasetçilerin, MGK gibi bir zemine ihtiyaçları bulunmamaktadır. Çünkü MGK üyesi siyasetçilerin siyaset yapacakları ve çözüm üretecekleri asli zeminleri vardır. Siyasi partiler, Bakanlar Kurulu ve Parlamento. MGK üyesi olan asker kesimin görevi ise siyaset yapmak değildir. Böyle bir yapılanma askerin salt siyaset yapacağı ve yürütme erkini kullanacağı bir zemin bulması anlamını taşır ki bu, Silahlı Kuvvetler'e ve ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Dünya tarihi ve özelikle de tarihimiz göstermiştir ki siyasete sokulan ordu hiziplere ayrılır, bölünür ve güçsüzleşir. Silahlı Kuvvetler'in görevi, kendisini sivil siyasetin öngördüğü yönde bir dış tehdide karşı hazırlamaktır. Bu nedenlerle MGK'nın kaldırılıp, komutanların birliklerinin başında kalarak kendi işlevlerine yönelik çözümler üretmeleri ülke için en yararlı yoldur. Ancak gelinen noktada sorun MGK'nın varlığının dışına çıkmış, askerler her siyasi gelişme konusunda MGK zemini dışında görüş beyan etmeye, internet ortamında darbe sayılacak muhtıralar yayımlamaya başlamışlardır. Ağır suçlar oluşturan bu eylemlere seyirci kalınmış, siyasi kadrolar özellikle iktidar bu darbeleri yapanlarla uzlaşma yolunu seçerek sorunların çözümünde inisiyatifi yitirmiştir. MGK'nın kaldırılması dışında tam siyasi suçlar işleyen asker kişiler hakkında gerekli soruşturmaların yapılması ve bu soruşturmaların sivil yargı organlarınca yapılabilmesi için gerekli anayasal ve yasal değişikliklerin yapılması zorunludur. Ayrıca siyasi partilerin de kendi kanallarını halka açıp, kendi içlerinde demokratikleşmeleri sonucu siyaset doğal mecrasında yapılmaya başlanacak ve halkın egemenliğinin sağlanması yolunda adım atılmış olacaktır.

Peki Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti midir? Bazı durumlarda devletin hukukun dışına çıkabileceğinin iddia edildiği hiçbir yerde devlet, hukuk devleti olamaz. Devlet, hukukun üstünde değildir. Hukuk, devletin üstündedir ve devlet, hukuka uygun davranmak zorundadır. Yurttaşlarına hukuk güvenliği sağlamayan organizasyon devlet olamaz. Hukuk güvenliği bulunmayan, ülkeyi halk adına yönetenlerin ve bürokrasinin kendilerini istedikleri zaman hukukla bağlı saymadıkları bir yerde barış, huzur, kamu düzeni ve demokratik otorite sağlanamaz. Bir süre sonra herkes kendi hakkını hukuk dışında aramaya başlar. Devleti çeteler ele geçirir, toplumda her alanda çeteler oluşur. Devlet adına ülke için hukuk dışı işler yaptıklarını söyleyenlerin kahraman gibi cezaevlerine gönderildikleri bir ülkede demokratik hukuk devletinin sadece adı vardır. Böyle bir ortamda hiçbir özgürlük güvence altında olamaz. Faili meçhuller, işkenceler, hak kayıpları önlenemez. Yurttaşlarına hangi dinî inançtan veya etnik kümeden olursa olsun eşit yaklaşmayan, sürekli belli inanca veya ırksal kimliğe vurgu yapan, ideolojik duruşu olan, bir arada yaşamanın ortamını oluşturmayan, hakemlik yapmayan bir devlet, hukuk devleti olamaz. Adil yargılama hakkının en temel ilkelerini kâğıt üzerinde bile sağlamayan (yargılama birliği, doğal yargıç, yargıç bağımsızlığı, tarafsızlığı ve güvencesi ilkeleri) yargının kaliteli işlemesinin altyapısını oluşturmayan bir devletin hukuk devleti olması olanaksızdır.

Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet mi?

TC, laik bir devlet midir? Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığı bu ilkeden de sapıldığını göstermektedir. Devletin, çoğunluğun bağlı olduğu bir din bile olsa bu dinin de belli bir mezhebinin öğretisi doğrultusunda uygulamalar yapmak üzere kurumlar oluşturması öncelikle demokratik hukuk devleti olmak niteliği ile bağdaşmaz. Devlet, hiçbir inancın örgütlenmesine ve finansmanına yardımcı olamayacağı gibi o inancı kendi ideolojisi doğrultusunda da kullanamaz. Hele laik olduğunu iddia eden bir devlet bunu hiç yapmaz. Dinî inanç meselesi tamamen bireysel ve içseldir. İnancın ibadete ve ritüellere ilişkin boyutu ise bireylerin örgütlenerek ve bedelini ödeyerek karşılayacakları bir gereksinmedir. Aynı dinî inanca sahip olanların veya aynı mezhepten bulunanların kendi ritüellerini yaşamak için örgütlenerek ibadet mekânları yapmaları ve din adamı görevlendirmeleri hakları ve kendi sorumluluklarıdır. Devletin buradaki işlevi sadece düzenleyici kurallar koyarak demokrasi ve hukuk çerçevesi içinde denetim yapmaktır. Ülkemizde değişik dinlerden, değişik mezheplerden yurttaşlar olduğu gibi din tanımaz, tanrı tanımaz yurttaşlar da bulunmaktadır. Belli bir mezhebin egemenliğindeki bir dinî kuruluşun devlet organı olarak görev yaparak bütçeden önemli bir pay alması laik sistemden bir sapmadır. Söz konusu kurumun kaldırılarak bütçesinin adalet, sağlık ve eğitim bakanlıklarına dağıtılması gerekir. Ayrıca Anayasa'nın 24. maddesinde öngörülen din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu ders olması mecburiyeti de laiklik ilkesine aykırıdır. Bu derslerde baskın dinî mezhebin din ve ahlak anlayışının dayatılması söz konusudur. Bu konular felsefe dersi içinde daha objektif verilebilir. Anayasa'dan bu zorunluluğun çıkarılması gerekmektedir.

TC, sosyal bir devlet midir? Emeğin değerinin karşılığını bulmadığı, iş güvencesinin hukukî dayanaklarının olmadığı, mevcut düzenlemelerin ise uygulanmadığı ve denetlenmediği, sigortalı ve sendikalı işçi sayısının azaldığı, rant paylaşmaya dayalı bir sistemin bulunduğu bir ülkede sosyal devlet de yoktur. Türkiye, bütçesinden yoksulluğa ve sosyal güvenlik sistemine AB ortalamasının çok altında bir oranda pay ayırmaktadır. Özgürlüklerin güvence altına alındığı demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin nasıl gerçekleştirileceği sorusu ve sorununun tartışılmasına cesaret edemeyenlerin halkı çok yakından ilgilendiren bu sorunların çözümünü Avrupa Birliği ile ilişkilendirmeleri sorumluluktan kaçmaları anlamına gelmektedir. Türkiye, sorunlarını ancak rejimi bürokrasinin egemenliğinden kurtararak ve halkı demokratik siyasi yaşama katarak çözebilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu anayasal vurgusu klişe haline gelmiş olup, gerçek değildir. Korunduğu söylenen niteliklerin var olmadığı ve var olmayan şeyin muhafazasının da söz konusu olamayacağı ortadadır. O halde tartışılacak olan husus Cumhuriyet'in bu niteliklere nasıl sahip kılınacağı meselesidir.

DR. ÜMİT KARDAŞ
06 Temmuz 2007, Cuma



Demokrasiyi askerden koruma kılavuzu !

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=541887&keyfield=C3BC6D6974206B61726461C59F

Zaman, 20 Mayıs 2007, Pazar



Yorum - Dr. Ümit Kardaş]

Demokrasiyi askerden koruma kılavuzu !



Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında gerginliğe neden olan durum askerî bürokrasinin her üç erki baskılamasıdır. Bu baskılama hem sorunların çözümünü bloke etmekte, hem de erklerin çatışmasına yol açmaktadır.



Yürütmenin başı olarak darbeleri postmodern darbeyle önlemeye çalışan veya askerin hassasiyetlerini ön plana alan önemli yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanları yürütmenin diğer başı olan bakanlar kurulu ve başbakanla gerilim yaşamaktadırlar. Askerin baskılaması özellikle yüksek yargı organlarının tarafsızlıklarını hatta Meclis'in denetim faaliyetini etkilemektedir. Bu durumda üç erk arasındaki uyum ve düzen bozulmakta, gerilim çıkmakta, bu gerilim toplumu da tedirgin etmektedir. Hukuku siyasetin aleti durumuna getirmek hukukun felsefesine aykırıdır. Hukukun amacı adaletin ve özgürlüğün sağlanmasıdır. Hukukun siyasallaştığı bir yerde bu iki değer de yitirilir. Bu yaklaşım yüksek mahkemelerin tarafsızlıkları ve güvenilirlikleri konusunda kuşku yaratır.

Muhtırayı verenlerin yargılanması için...

Erkler arası gerginliğin nedeni üç başlı yürütme ve çift başlı yargı düzenlemesini yapan anayasa ile birlikte darbeler geleneğinin pratiğidir. Ordu, imparatorluk döneminde zaman zaman iktidar değişikliklerinde önemli roller oynamıştır. Modernleştirilmeye çalışılan ordu 1905'ten itibaren yarı askerî bir güç olan İttihat ve Terakki aracılığıyla siyasileşmeye ve yeniden iktidar değişikliklerinde rol oynamaya başlamıştır. Antidemokratik, komplocu, baskıcı yöntemler kullanan İttihat ve Terakki ideolojik üstünlüğünü meşrutiyetin arkasındaki güç oluşundan ve 31 Mart Ayaklanması'nın bastırılmasında oynadığı rolden alıyordu. 9 yıl süren sıkıyönetim ve askerî yargı süreci İttihat ve Terakki'nin baskı araçları olmuştu. Ordu İttihat ve Terakki üzerinden siyasete karışıyor veya karıştırılıyordu. Askerî güç siyasî ihtirasların tatmininde araç olarak kullanılıyordu. İttihatçıların orduyu siyasete sokmaları kendi karşıtlarının da ordu içinde örgütlenmelerine yol açmıştır (Halaskâr Zabitan Grubu). Siyaset yapan, siyasete karışan ordu Balkan hezimeti gibi bir başarısızlık yaşamıştır. Askerî gücün siyasî işlere karışmasından doğan ve doğabilecek sakıncaları görenler olmuştur. Sadrazam Mehmet Kamil Paşa bu durumu önlemeye çalışırken İttihatçılar tarafından görevden uzaklaştırılmıştır. Yine Halaskâr Zabitan Grubu tarafından yayınlanan bildiride ordunun tarafsız kalması ve yalnız askerî işlerle ilgilenmesi zorunluluğuna işaret edilmiştir. Ayrıca Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi, Meclis'te okunan programında askerlerin siyasetle uğraşmalarının önleneceğini açıklamış ve bunun yasaklanmasına ilişkin olarak Askerî Ceza Kanunu'na ek bir kanun Meclis'te kabul edilmiştir. Ancak tüm bunlara rağmen askerin siyaset yapması engellenememiş, askerî güç imparatorluğu bir oldu-bittiyle savaşa sokarak sonunu hızlandırmıştır. Bugün yaşananlar tarihin modern araçlarla bir tekerrürü olarak yaşanmaktadır. İnternet yoluyla verilen muhtırayla asker tam anlamıyla demokratik rejime müdahale etmiştir. Muhtırayı veren asker kişiler zor tehdidiyle TBMM'nin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs etme suçunu işlemişlerdir. Bu suçun cezası ağırlaştırılmış müebbet hapistir. (TCK 311/1) Bu kişilerin eylemi ayrıca zor tehdidiyle anayasanın öngördüğü düzenin uygulanmasını önlemeye teşebbüs suçunu da oluşturabilir. Bu suçun cezası da aynıdır. (TCK 309) Ayrıca bu muhtıra Anayasa Mahkemesi'ni de etkileme amacını taşımaktadır. Bunun sonucu muhtırayı verenler açısından yargı görevini yapanları hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs suçu oluşmaktadır. (2-4 yıl hapis-TCK 277) Yine muhtırayı verenler "Ne mutlu Türküm diyene" demeyen herkesi düşman ilan ettiklerinden halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçunu işlemişlerdir. (1-3 yıl hapis-TCK 216/1) Muhtırayı verenler bu suçları işlemelerine rağmen neden yargılanamamaktadırlar? Çünkü bu suçları askerî mahalde işlemektedirler. Bu nedenle de sivil siyasî suçlar işlemelerine rağmen ancak askerî mahkemede yargılanabilmektedirler. Generaller sadece Genelkurmay Başkanlığı Askerî Mahkemesi'nde yargılanabildiklerinden, muhtırayı veren Genelkurmay Başkanı'nı kendisi hakkında sicil verdiği askerî savcıya soruşturma emri vermesi beklenemeyeceği gibi askerî savcının da kendiliğinden soruşturmaya başlaması beklenemez. Tıkanıklık burada yaşanmaktadır. Bunun için Anayasa'nın 145. maddesinin kaldırılması gerekmektedir. Bu madde askerî mahkemelerin görev alanını, kuruluş ve işleyiş esaslarını düzenlemektedir. Bu maddede askerî mahkemelerin, asker kişilerin askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmaları öngörülmüştür. (1961 Anayasası'nın 138. maddesindeki düzenlemenin aynı.) Bu görev tanımı aynen 353 sayılı Askerî Ceza Usul Kanunu'na alınmıştır. (md. 9) Bu geniş görev tanımı asker kişilerin sivil yargıda yargılanmalarını engellemektedir. Şemdinli davasına ilişkin Yargıtay'ın bozma gerekçesi bunu doğrulamaktadır. Bu anayasa maddesinin kaldırılması ve 353 sayılı kanunun yeniden sadece askerî disiplini ilgilendiren suçları kapsayacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Ancak bu değişiklik yapıldığı takdirde muhtırayı veren asker kişiler sivil yargıda yargılanabileceklerdir. Yine bu değişiklik yapıldığı takdirde askerî disiplinin sağlanmasına yönelik askerî suçları dışında asker kişiler sivil suçları bakımından tabii hakimleri olan sivil hakimler önünde yargılanacaklardır. Böylece askerler açısından da adil yargılanma hakkı sağlanmış olacaktır. Ayrıca Anayasa'nın Askerî Yargıtay'ı düzenleyen 156. maddesi, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ni düzenleyen 157. maddesi, Milli Güvenlik Kurulu'nu düzenleyen 118. maddesi kaldırılmalıdır. 117. madde değiştirilerek Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı'na bağlanmalıdır. 125. madde değiştirilerek Yüksek Askerî Şûra kararları yargı denetimine alınmalıdır.

İç Hizmetler Kanunu hemen değiştirilmeli

Bunların dışında asker kişilerin işledikleri ve TCK'da düzenlenen bazı siyasi suçlar Askerî Ceza Kanunu'na alınarak askerî suç haline getirilmişlerdir. Devletin egemenlik alametlerini aşağılama (TCK 300), devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma (TCK 302), temel milli yararlara karşı hareket (TCK 305), Devlet güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama (TCK 329), gizli kalması gereken belgeleri açıklama (TCK 330), devlet sırlarından yararlanma, devlet hizmetlerine sadakatsizlik (TCK 333) yasaklanan bilgileri temin etme (TCK 334), yasaklanan bilgileri açıklama (TCK 336), devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma (TCK 339) suçları Askerî Ceza Kanunu'nun 54. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmişlerdir. Askerî yasak bölgelere girme suçu (TCK 332) Askerî Ceza Kanunu'nun 57. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmiştir. Yine askerleri itaatsizliğe teşvik etme suçu da (TCK 319) Askerî Ceza Kanunu'nun 58. maddesine alınarak askerî suç haline getirilmiştir. Bu suçları işleyen asker kişiler askerî bir suç işlemiş sayıldıklarından askerî yargının görev alanına girmektedirler. Üstelik 353 sayılı Askerî Usul Kanunu'nun 12. maddesi uyarınca asker kişi bu askerî suç haline getirilmiş sivil siyasî suçu bir sivil ile birlikte işlerse sivil kişi de askerî mahkemede yargılanmaktadır. Bu durumun önlenmesi için Askerî Ceza Kanunu'nun 54, 57 ve 58. maddelerinin kaldırılması gerekmektedir.

Suç oluşturan muhtırada da ima edilen ve her askerî darbenin gerekçesi olan İç Hizmet Kanunu'nun 2 ve 35. maddeleri değiştirilmelidir. 211 sayılı İç Hizmet Kanunu'nun 2. maddesindeki "Askerlik Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini korumak için harp sanatını öğretmek ve yapmak mükellefiyetidir." düzenlemesi şöyle olmalıdır: "Askerlik ulusal sınırları dış tehdit ve tehlikelere karşı korumak için harp sanatını öğretmek ve yapmak yükümlülüğüdür." Aynı kanunun 35. maddesindeki " Silahlı Kuvvetler'in vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamaktır." düzenlemesi şöyle olmalıdır." Silahlı Kuvvetlerin vazifesi ulusal sınırları dış tehdit ve tehlikelere karşı korumaktır."

Yine asker kişilerin siyasi demeç vermelerini, siyasi telkinde bulunmalarını, siyasi yazı yazmalarını ve siyasi nutuk vermelerini cezalandıran (1 ay-5 yıl hapis) Askerî Ceza Kanunu'nun 148. maddesine aşağıdaki fıkra eklenmelidir: "Bu suçların işlenmesi sonucu olarak askerî hizmetler ya da ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeni zarar görmüş olursa ceza 10 yıldan az olmamak üzere hapistir."

Yukarıda belirtilen anayasal ve yasal değişikliklerin yanı sıra %10'luk seçim barajı düşürülerek gerçek temsili sağlayan yeni bir parlamento oluşturulmalı ve söz konusu parlamento kurucu meclis gibi çalışarak toplumsal bir sözleşme olmaktan çıkmış 1982 Anayasası yerine askeri vesayetten arınmış demokratik yeni bir anayasa yapmalıdır. Yeni anayasada tarihsel birikime dayanan parlamenter sistem korunmalı, cumhurbaşkanının yetkileri azaltılarak, sembolik ve tarafsız bir konuma getirilmeli, bakanlar kurulu ve başbakan güçlendirilmelidir. MGK kaldırılarak, askerî bürokrasi genel idare içine alınmalıdır. Askerî bürokrasi sadece dış güvenlikle ilgili görev sınırları içine çekilerek, genelkurmay başkanı milli savunma bakanına bağlanmalıdır. Jandarma teşkilatı kaldırılmalı, yerel yönetimlere bağlı kır polisi örgütlenmesi oluşturularak iç güvenlik sivilleştirilmelidir. Askerî mahkemeler, Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılarak yargılama birliği sağlanmalı, doğal yargıç ilkesi anayasal bir ilke haline getirilmelidir. Tek bir yargıç statüsü ile yargıçların bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını sağlayacak yeni yapılanmalara gidilmelidir. Hakimler Yüksek Kurulu'nun başkanı İtalya'da olduğu gibi tarafsız ve sembolik cumhurbaşkanı olmalıdır. Savcıların ve avukatların güvence ve pozisyonları eşitlenmelidir. Yeni anayasa Kürt sorununu çözecek bir yaklaşımı da sağlamalı, hak ve özgürlükleri hukukî güvenceye alarak özgür, yaratıcı, hukuka saygılı, barışçı ve uzlaşmacı bir toplumun yolunu açmalıdır.

EMEKLİ ASKERİ HAKİM

DR. ÜMİT KARDAŞ

Silahsız Toplum Kuvvetleri

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=27356

Ayşe Adlı - a.adli@aksiyon.com.tr - Aksiyon , Sayı: 648 - 07.05.2007





Silahsız Toplum Kuvvetleri


Demokrasinin teminatı varsayılan STK’lar; ideolojik, ekonomik ve siyasî bağlantıları sebebiyle sivilliğini ispat noktasına geldi. ‘Sivil toplum göreve’ ama önce kendi meşruiyetini tartışmak için...


Türkiye, son haftalarda uzun zamandır örneğine pek rastlanmayan sokak eylemleri ve bu hareketlenmelerin askerî, siyasî ve hukukî sonuçlarını konuşuyor. Bir de sivil toplum kuruluşları tarafından organize edilen bu eylemlerin gerçekte ne kadar sivil olduğunu… Mitingler yüz binleri bir araya getirdi getirmesine ya, eylemin vitrin isimleri, sivil toplum temsili için yeterliliği tartışılır simalardan oluşuyordu. Meydanlara davetiye çıkaran, ‘ama’ demeye kalkanları istiğfar getirmek zorunda bırakan hararetli müdafileri bir kenara bırakırsak, toplumun geri kalan kısmında ‘derin’ tereddütler vardı bu eylemler hakkında.

Aynı kaygıyı meydanları dolduran kalabalıklar da paylaşıyor olacak ki ‘Darbeci değiliz. Darbe de, şeriat da istemiyoruz’ deme ihtiyacı duyuyorlardı. Çünkü 14 Nisan mitingini, birkaç yıl önce ‘ordu göreve’ pankartları altında fotoğraf vermiş emekli askerin başkanı olduğu bir dernek düzenliyordu. Meydandaki sloganların aksine kürsüde ‘ordunun hassasiyetlerinin paylaşıldığının’ altı çiziliyor, yetkili merciler ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeki’ hükümete karşı harekete geçmeye çağırılıyordu. Aynı derneğin yönetim kurulu üyelerinden bir üniversite rektörü, katılımı arttırmak için öğrencilerin sınavını erteliyor, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin e-muhtırasının ardından kaygılı yüreklere ‘su serpiyordu’: “Hükümet yüzde 95’le gelse bile bazı kurumlar izin vermez.”

İki hafta sonra 29 Nisan’da bu kez İstanbul’da ‘ordu millet el ele’ Çağlayan Meydanı’nı doldurdu. 10. Yıl Marşı eşliğinde coşan ‘silahsız kuvvetler’, Allah ordumuzu başımızdan eksik etmesin temennisini, demokratik mekanizmaların göreve taşıdığı hükümete hakaretle bağlıyordu. Sadece bu örneklere bakmak bile varlığını modern demokrasiye borçlu bazı sivil toplum kuruluşlarının dünyayı demokrasiye dar etme telaşında olduğunu ispata yeter görünüyor. Bu manzarayı izlerken akla pek çok soru geliyor elbette. ‘Meşruiyetini sivil toplum kuruluşu tabelasından alan bu oluşumlar ne kadar sivil?’ de bunlardan biri.

Peki, “ülkemizin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğü için, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti için, tam bağımsız ve aydınlık bir Türkiye için, cumhuriyetimizin kazanımlarına, kurumlarına sahip çıkmak ve ‘irticaya hayır’ demek için” düzenlenen bu eylemleri nasıl okumak gerekiyor? Aralarında ekonomi, sanat ve basın dünyasının önemli isimlerinin de bulunduğu bir kesim, özellikle iktidarın bu sese kulak vermesi gerektiği görüşünde birleşiyor. Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, tabloyu gururla izleyenler arasında. Hürriyet gazetesi köşe yazarlarından Tufan Türenç’in değerlendirmesi de halkın demokratik tepkisini gösterdiği yönünde. Türenç, yazılarında bu tepkileri iyi değerlendirmenin Türk demokrasisi için çok önemli olduğunu vurguluyor. Ancak ilginç şekilde karşı görüşü savunanların hareket noktası da demokrasi. Mesela İnsan Hakları Derneği, Cumhuriyet Mitingi’ni statükocuların, demokratikleşmeye ve sivilleşmeye karşı direnişi olarak nitelendiriyor. Ve görüşlerin yüksek sesle dile getirilmesi organizasyonun devlet destekli olmasına bağlanıyor.

SİVİL TOPLUM KİMLERDEN OLUŞUR?

Konunun uzmanları sivil toplumdan, devletin tayin ettiği özgürlük alanını genişletmeye çalışan örgütlü halk kitlelerini anlıyor. Aynı düşünceyi paylaşan insanlar, problemlerini çözmek ve maksatlarına daha kolay ulaşmak için kurumsallaşma yoluna gidiyor. Tanıma uyan her yapılanma STK kabul ediliyor. Bu izah ilk bakışta makul gibi dursa da sorunun ne olduğuna, nasıl çözülmesi gerektiğine belli bir fikir etrafında toplanmış insanların karar verdiği ve sistemi bu yönde değişmeye zorladığı gerçeği, masumiyet perdesini aralıyor. Zira elinde toplum adına güç bulundurduğu ve kitleleri temsil ettiği iddiasıyla sesini yükselten STK’lar, kaçınılmaz olarak sadece kendileri gibi düşünen insanlar adına bayrak açıyor. Ve çoğu zaman bir kalabalığın karşısında tam tersini isteyen kitleler bulunuyor.

Sivil alan sanıldığının aksine bir barış ve uzlaşma değil, kıyasıya mücadele alanı yani. Siyasetin de bu mücadeleden doğduğunu söyleyen Prof. Dr. Yasin Aktay’a göre siyasette uzlaşma ihtimali yok. Önemli olan bu çatışmalarda birilerinin haksızlık etmesine, hakkaniyet dışına çıkmasına müsaade edilmemesi. Bunu da hakem kabul edilen devletin sağlaması gerekiyor. Aktay, sokaktan yükselen seslerin uzlaşma zemininden uzaklaşmasını, hakemlikten taraftarlığa kayan devletin fair play kurallarına uymamasına bağlıyor.

DEVLETİN SİVİL TOPLUMU

Türkiye’de devletin sivil toplumdan rol çalmasına örnek teşkil edecek ilk vaka 1930’larda yaşanıyor. Dönemin feminist platformu Türk Kadınlar Birliği’ni lağveden hükümet, “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” vecizesini doğrularcasına kendisi ‘kadıncılık’ yapmaya başlıyor. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ‘bizim devrimimiz bir kadın devrimidir’ anlamına gelen konuşmasını bu birliğin kapatılması ile aynı günlerde yapıyor. Fatih Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ömer Çaha, devletin sivil toplum alanından pay kapmaya çalışmasını toplum üzerindeki hâkimiyetini yitirme endişesine bağlıyor. Bu refleksle halk nezdinde popüler olan ne varsa tekeline alan devlet, toplumsal bir dinamizm oluşmasına mâni oluyor. İtibar kazanan değer ve kavramlar bir kere devletin tekeline girdimi de içleri boşalıyor ve anlamları tahrif oluyor. Bu tespitini daha yakın bir örnekle destekliyor Çaha: “1980’lerden sonra çevre hareketleri karşılık bulmaya başladığında sivil inisiyatife Çevre Bakanlığı kurularak karşılık verildi. Sivil toplum kavramı ve kuruluşlarının toplumun her kesimi tarafından benimsenip bir mücadele alanı olarak algılandığı 90’ların sonlarında aynı bilinç bir kez daha harekete geçti. Bir farkla, devlet bu kez sivil toplumun vazifesini üstlenmek yerine sivil toplumculuk yapmaya başladı.”

1980’lerden beri daha sık kullanılan sivil toplum kavramına genellikle olumlu anlamlar yükleniyor. Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Burhanettin Duran, bazı kayıtları olmakla beraber STK’ların demokratik devletler açısından önemine işaret ediyor. Sivil toplumda yer almak her zaman demokrat ve barışçı olmayı getirmiyor tabii. Bu kuruluşların belli bir menfaati, talebi temsil etmelerinde, bunun için devletten talepte bulunmalarında sorun yok. Asıl önemli mesele, devletin kendi sivil toplumunu oluşturmaya kalkması. Devlet, elitlerin benimsediği ortak iyi anlayışını topluma empoze etmek ve çatışma kaynağı kabul ettiği sivil toplumu kontrol altına almak için bu yola başvuruyor.

Sivil toplumun meşruiyetine halel getiren bu müdahale kimi zaman sivil toplumlar arasından bir tercih yapmak, bazen de kendi sivil toplumunu oluşturmak şeklinde tezahür ediyor. Devlet - sivil toplum flörtünün ilk örneği, 28 Şubat sürecine ait. Devletçi ya da devletli sivil toplum kendini ilk kez o tarihlerde gösterdi. 20 Aralık 1996’da yayımlanan “İşi Bu Defa Silahsız Kuvvetler Halletsin” başlıklı habere göre Hürriyet gazetesine konuşan ‘üst düzey bir komutan’ iktidardaki Refah-Yol hükümetini eleştirmiş ve vazifeyi ‘silahsız kuvvetler’ diye isimlendirdiği sivil toplum kuruluşlarına tevdi etmişti. Hemen o günlerde harekete geçen, kamuoyunda 5’li çete ismiyle maruf işçi ve işveren sendikası başkanları, sonradan açıkça belirtildiği gibi görevlerini hakkıyla yerine getirdi. Refik Baydur, Fuat Miras, Bayram Meral, Rıdvan Budak ve Derviş Günday’ı harekete geçiren güç, yıllar sonra ortaya çıktı. Dönemin önemli aktörlerinden Erol Özkasnak Paşa, gerekenin günün şartlarına uygun olarak yapıldığını, tehlikenin demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesi sayesinde bertaraf edildiğini anlatıyordu. Silahsız kuvvetlerin harekete geçirilmesinin sebebi de demokrasiye halel gelmemesi arzusu idi.

ORDU-STK YAKINLAŞMASI

O dönemde misak-i millici bir görünüm alan STK’ların pek çok yönüyle TSK’yı andırdığını düşünen Çaha, bu yapıları ‘Silahsız Türk Kuvvetleri’ olarak okumanın anlamlı olduğunu belirtiyor. Bu tanımlama Nokta Dergisi’nin kapatılmasına sebep olan yayınla birlikte daha da anlam kazanıyor. Yasin Aktay, dergiye düzenlenen baskının Genelkurmay’ın STK’lara ilişkin görüşlerini içeren belgenin yayımlanmasına bağlıyor. Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral Aslan Güner’in imzasını taşıyan söz konusu belgede TSK’nın STK ile işbirliğine ilişkin görüşler yer alıyor. Yazıda, TSK’nın halkla bütünleşmesinin geliştirilmesi için kurulan ‘Toplumsal Geliştirme Destek Faaliyetleri’ (TGDF) biriminin kendi siyasi görüşleri, örtülü veya açık maksatları doğrultusunda kamuoyunu yönlendirme ve etkilemeye yönelik faaliyet gösteren STK’larla işbirliğinin uygunluğu hatırlatılıyor. Emekli ordu mensuplarının STK’larda peş peşe görev almaya başlaması da o tarihlere rastlıyor. Bu emekli askerler arasında en öne çıkanı Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur şüphesiz. Eruygur’un şöhreti biraz da eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükte adının darbe hazırlıklarına karışmasından kaynaklanıyor.

STK’LAR PSİKOLOJİK SAVAŞIN SİLAHLARINDAN

Emekli Tuğgeneral Veli Küçük, emekli Korgeneral Hasan Kundakçı, emekli Kurmay Albay Aziz Ergen, emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ, emekli Tuğgeneral Alaettin Parmaksız ve emekli Orgeneral Hurşit Tolon da STK’larda yönetici kademesinde bulunan diğer eski ordu mensupları. Emekli paşaların görev aldığı kuruluşların ortak özelliği ulusalcı çizgide faaliyet göstermeleri. Vitrini iyi eğitim almış, önemli görevlerde bulunmuş isimlerin oluşturduğu ulusalcı hareket daha çok dernekler üzerinden faaliyet gösteriyor. Ülkenin bölünme tehdidi altında olduğu korkusundan yola çıkarak halkı Türklük etrafında bir araya gelmeye çağıran STK’lar üslupları ile diğer sivil toplum örgütlerinden ayrılıyor. Mersin’de bir kuvvacı derneğe üye kaydı esnasında silah üstüne yemin ettiren emekli Albay Fikri Karadağ, ‘Türk anadan Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türkoğlu Türk’ yol arkadaşlarına görev yemini ettirirken manidar bir hatırlatma yapıyor: “Bu uğurda ölmek var. Öldürülmek var. Öldürmek var...”

Sivil toplum kuruluşu kavramının genel tanımına göre STK’lar şiddete başvurmadıkları sürece her türlü düşünceyi savunabilirler. Burhanettin Duran da, şiddetsizliği her zaman “sivil” ve “demokratik” olmadığı bilinen STK’ların olmazsa olmaz şartı kabul ediyor. Ona göre Mersin’de yaşanan örnek üç şeye işaret ediyor. Birincisi; 1980’lerle başlayan ama özellikle AB ve küreselleşme sürecinde siyaset etme pratikleri değişiyor. Ulus-devletin klasik kontrol araçları etkisizleştiğinden sivil toplum unsurları öne çıkıyor. İkincisi, Türkiye’de hâlâ etnik ve dinî kimlik talepleri güvenlik sorunu olarak görülüyor ve bazı medya ve STK’lar kullanılıyor. Üçüncüsü ise son dönemde Türkiye’de Ermeni soykırımı iddiası, terör, azınlıklar, laikliğin yeniden tanımlanması ve Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehdit altında olduğu kaygısı kamuoyunda bölünmelere ve tehdit algılamasına sebep oluyor. Ancak Duran’a göre sebep ne olursa olsun STK’ların devleti savunmaya soyunması ciddi bir tehlikeyi beraberinde getirebilir. Devletin sorunlarla başa çıkmada etkisiz kaldığı, AB süreci ile elinin kolunun bağlandığı algılaması misyon yüklenen bazı STK’ların şiddete savrulma eğilimini güçlendirebilir.

Duran’ın tehlikeli bulduğu bu eğilimin zaman zaman devlet tarafından desteklendiği biliniyor. Nitekim 30 yıl boyunca MGK’da başmüşavir ve danışman olarak görev yapan Mustafa Ağaoğlu, çok geriye gitmeden 28 Şubat’la örneklendiriyor bunu. Psikolojik harekâtta medyanın dışındaki önemli unsurlar sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve dernekler Ağaoğlu’na göre. Ve gerek duyulduğunda bu kurumlardan ‘hukuki zeminde’ istifade ediliyor. 28 Şubat döneminde Başbakanlık örtülü ödeneği ve Başbakanlık tanıtma fonunun üniversiteler ve bazı sivil toplum kuruluşlarının desteklenmesinde kullanıldığı bilgisi de yine Ağaoğlu’nun Aksiyon’a verdi röportajda yer alıyor.

Orduya ya da devletin önemli kademelerine yakın isimlerin öne çıkması sivil toplum faaliyetlerine gölge düşürür mü peki? Ömer Çaha bu soruya ‘hayır’ diye cevap veriyor. “Sivil toplum faaliyeti içinde bulunan kişilerin kimliği önemli değil. Asıl mesele kurumların arkasına devlet desteğini alıp politik güçten yararlanarak hareket etmesi. Yoksa ille de emekli asker olmasına gerek yok. Militarist yapıdan hoşlanan bir oluşum bu görüşlerini sivil toplum çatısı altında savunabilir. Mesele devlet aktör gibi hareket etmeye başladığında ortaya çıkar.”

Son haftalarda kitlesel mitingler düzenleyen kuruluşlar üzerinden devam edersek; tartışma demokrasi dairesinde hareket eden kalabalıkların demokrasi karşıtı üslup ve çağrıları yanında siyasî ve askerî bağlantılarından kaynaklanıyor. Bu görüşü desteklemeyenler de var elbette. Mitinglere ve orada dile getirilen görüşlere tam destek verenler arasında Mehmet Ali Kışlalı, Hıncal Uluç, Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil gibi köşe yazarları ve başta Deniz Baykal olmak üzere siyasetçiler var. Kışlalı’ya göre, “Toplumun, Anayasa ile şekillenmiş, demokrat, laik ve sosyal temelli Cumhuriyet’i özümsemiş kesimi, yıllarca bu değerleri koruma bakımından, tam bir tembellik içinde yaşadı. Bu misyonu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üstlenmiş olmasının rahatlığını hissetti. Böyle düşünenlerin başında, tüm yaşamlarını Cumhuriyet’i korumaya adamış subaylar vardı. Emekli olduklarında, bir araya gelip, bir ‘sivil toplum örgütü’ kursalar da, Cumhuriyet’i koruma konusunu muvazzaf kadroya bırakıyorlardı.” Kışlalı, şimdi bunu yeterli görmeyen emekli askerlerin geç de olsa doğru yola erdiklerini dile getiriyor yazılarında. Muhalefet görevini sokağa terk etmiş gibi görünen ana muhalefet partisi lideri Baykal ise hareke çağırdıkları toplumun farklı kesimlerinin gecikmesini ordunun duruma el koymasına gerekçe gösteriyor.

SOKAK ŞANTAJ ARACI GİBİ KULLANILIYORNitekim ülke genelinde onlarca STK’nın desteklediği mitingler düzenlenmesi bu çağrının karşılık bulduğunu gösteriyor. Üstelik diğer kuruluşlar tabanlarının sokağa çıkmak konusundaki çekingenliğinden yakınırken bu kez meydanları dolduranları ifade etmeye rakamlar yetmiyor. Yasin Aktay’a göre, sokak eylemleri karar alma süreçlerinde etkili oluyor: “Ama bu etki sadece sokağa çıkmakla sağlanmaz. Sokaktaki insanların kim tarafından desteklendiği önemli. Türkiye’de sivil toplum genellikle birbirinden kopuktur, birlikte hareket etme becerisi yoktur. Ancak devletin olaya müdahil olup yönlendirmesiyle sivil toplum sokağa dökülür.”

Bu tespitin de işaret ettiği gibi Ankara ve İstanbul mitinglerini düzenleyen Ulusal Birlik Hareketi’nin bir tesadüfün ürünü olmadığı düşünülüyor. Hareketin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in hükümeti hedef alan çıkışlarıyla eş zamanlı kurulduğu biliniyor. Genel başkanlığını ADD Genel Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un yaptığı Ulusal Birlik Hareketi, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK), Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu’nun (Türk Kamu-Sen) aralarında bulunduğu 41 sivil örgüt ve sendika tarafından kuruldu. Ortak hareket kararını, ‘Cumhurbaşkanlığı makamının Cumhuriyet’in değerlerini içine sindirememiş bir kişi tarafından işgal edilmesini önlemek’ cümlesi ile özetleyen ulusalcı birliğin mitingleri de bu maksadı destekliyor.

STK’ların sokağa çıkarak dile getirdikleri talepleri değerlendiren Aktay, sivil toplumun zaman zaman sivil itaatsizlik seçeneğini kullandığının altını çiziyor. Miting ve sokak gösterileri de eylem biçimleri içinde yer alıyor. Öncelikle bir STK’nın yalnız kendi tabanı adına konuşabileceğini hatırlatan Aktay’a göre, parlamento dışındaki tüm kurumların ‘milleti temsil’ iddiası bir yanılsamadan ibaret. Aynı şerh Ankara ve İstanbul’da düzenlenen eylemler için de geçerli. Aktay, onların durumunu şaibeli kılan başka ayrıntılar da olduğu kanaatinde. “Çiğnenen bir haklarını, gasp edilen özgürlüklerini talep etmiyor, esasen demokratik ve yasal bir işleyişe karşı çıkıyorlar. Yasal hakkını kullanmasını istemedikleri bir kişi var. Özde ve sözde ayrımı yaparak onu bertaraf etmeye çalışıyorlar.”

Uzmanlara göre devletin sivil toplumu kuşatma kaygısının gerekçelerinden biri sivil toplumun gücü. Örgütlü yapı güçlendikçe bu alanda söylenenlere kulak tıkamak giderek zorlaşıyor. İnsan Yerleşimleri Derneği Başkanı Korhan Gümüş ikinci bir sebebe işaret ediyor: “Devlet halkın özne olmasını istemiyor.” Bu yüzden ya kendisi konuşuyor ya da yalnızca birlikte iş yaptığı isimlere söz hakkı tanıyor. Gümüş’e göre bu tutum bir azınlığın kendi çıkarını temsil etmesine yarıyor. Temsil dışı olması gereken üniversiteler, akademisyenler, sanatçılar gibi kurum ve kişilerin oluşturduğu simgesel sınıf, hakikaten bir sınıf gibi kamu yararı için değil kendi çıkarlarını temsil için uğraşıyor. Bu gerçeğin farkında olan kamuoyu da sivil toplumun sözcülüğünü yapamayan STK’lara güven duymuyor.

Helsinki Yurttaşlar Derneği Genel Koordinatörü Emel Kurma da sivil toplumun sivillikle bağdaşmayan tavırlar sergileyebildiğini savunanlardan; “Sivil toplum kavramını bir kenara, bunun tezahürü olan kuruluşları da başka bir kenara koymak lazım. Toplumda ne varsa örgütlenmiş tezahürlerinde aynı şey çıkıyor karşımıza. Öncelikle sivil alana hikmetinden sual olunmaz, çok iyi bir şey gibi bakmaktan vazgeçmek gerekiyor. Zira bu alan içinde iyi ve barış yanlısı diye nitelenemeyecek pek çok şey var.” Devletin sivil toplum gibi örgütlenip bu alandan pay kapmaya çalıştığı tezini doğrulayan Kurma, artık buna gerek olmadığını düşünüyor. Kendisine tevdi edilmeyen konularda kollarını sıvayan vatandaşlar var nasılsa. Ve asıl korkulması gerekenler de durumdan vazife çıkarmayı bilenler…

Gümüş’ün simgesel sınıfa dâhil ettiği üniversiteler, son yıllarda demokratik tepkisini en sık dile getiren kurumlardan. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Erdoğan Teziç ve üniversite rektörlerinin en dikkat çekici vasıflarından biri iktidarı hedef alırken kullandıkları üslubun en az muhalefetinki kadar keskin olması. Kamuoyu, YÖK’ün cumhurbaşkanı seçimi için gereken oy sayısından millî eğitim reformuna kadar hemen her konuda ne düşündüğünü biliyor. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut, İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve Nur Serter gibi isimler sivil toplum kuruluşları ile organik bağlarından dolayı daha görünür olsa da üniversitelerin Türk siyaseti üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Nitekim 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de geçtiğimiz aylarda bu gerçekten hareketle öğrencilerin hareketsizliğini yadırgadığını belirtmişti. ‘Nerede bu ODTÜ’lü öğrenciler’ diye soran Demirel’in şaşkınlığı cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde hiçbir üniversitede protesto eylemi düzenlenmemesinden kaynaklanıyordu.

DAYATMACI ÖRGÜT, STK OLAMAZ

Her ne kadar problemli örnekler üzerinden gündeme gelseler de sonuç olarak sivil toplum kuruluşlarının demokratik toplumda önemli bir yere sahip olduğuna şüphe yok. İnsanların kendini ifade etme ve siyasete atılmasının en pratik yollarından birini onlar sağlıyor. Tartışmalara son noktayı koyacak merci de resmî kurumlar tabii ki. Yasaların sivil diye tanımladığı kurum ve faaliyetler en azından fiili manada meşru kabul edilmek durumunda. İstanbul İl Dernekler Müdürü Eyüp Ergür, bir kurumun ancak kendi doğrularını toplumun geri kalan kısmına dayatmaya başladığında STK olmaktan çıktığını belirtiyor. Yasalarda sivil toplum tanımı yok. Kurumlar dernekler yasasına göre kuruluyor, amaçları doğrultusunda faaliyet gösteriyor, yasının suç saymadığı amaçlar için çalışabiliyorlar. Sınırı aşanlar hakkında savcılık nezdinde suç duyurusunda bulunuluyor ve dernek ancak mahkeme kararıyla kapatılabiliyor.



YÖK, ÜNİVERSİTE-STK İŞBİRLİĞİNİ RESMEN DESTEKLİYOR

Geçtiğimiz aylarda basına yansıyan bir belge üniversitelerle STK”lar arasında görünenden daha yakın bir ilişki olabileceğini de ortaya koydu. YÖK Başkanlığı”nın Bahçeşehir Üniversitesi”ne gönderdiği 4 Mart 2003 tarihli belgede, “STK”ların batı ülkelerindeki emsalleri ile aynı seviyeye gelmesi ve ülke içinde ve dışında devlet adına siyasi, kültürel ve ekonomik alanda faaliyet yürütebilecek yetenek kazanmaları için” desteklenmeleri isteniyordu. Bahçeşehir Üniversite”sinin Global Hukuk Programları sayfasında yer alan bilgiye göre bu yazıdan kısa bir süre sonra, 30 Kasım 2004”te Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD), Bahçeşehir Üniversitesi işbirliği ile “Hukuk Devleti İlkelerinin Türkiye”deki Uygulanması” konulu bir sempozyum düzenlendi.

EKONOMİK VE SİYASÎ BAĞLANTILARI DA TARTIŞMALI

Güncel tartışmalar biraz gölgelemiş gibi görünse de STK”larla ilgili en problemli alan finans kaynakları meselesi. Cumhurbaşkanı Sezer bile yurtdışından fon alan kuruluşların ülkeyi bölmeye yönelik faaliyet gösterdikleri endişesini taşıyor. Aynı tartışmanın sivil toplumda da tarafları var. Bir kesim meşruiyetlerini gölgeleyeceği endişesiyle uluslararası fonlardan uzak dururken bunda hiç beis görmeyenler de var. Emel Kurma, proje bazlı tahsis edilen paranın ihale mantığı içinde dağıtıldığını teslim etse de “bütün dünyada işler şimdilik böyle yürüdüğü için” kabul etmek gerektiğini savunuyor. Mazlumder İstanbul Şube Başkanı Mustafa Ercan”sa karşılıklı ilişki uzun süreli olduğunda para alan tarafın bağımsızlığını kaybedebileceği görüşünde: “Muhatabınız size bir anlayışı dayatmasa bile siz kaynağınızı kaybetmemek için çizginizi gözden geçirme gereği duyarsınız.” Bu endişelerle fon almayan Mazlumder İstanbul Şubesi”nin tek gelir kaynağı bağışlar. Ercan Kurma”nın aksine zorunlu görüp de parasızlıktan yapamadıkları iş olmadığını, bağışların faaliyetler için yeterli olabileceğini savunuyor.

Siyaset ve STK ilişkisi de henüz üzerinde mutabakat sağlanamayan alanlardan. Doç. Burhanettin Duran, “STK”ların siyaset yapmaları değil, toplumun sorunlarına duyarlılıklarını yitirerek ve belli grupların dar menfaatlerine odaklanmaları sorun.” dese de Mazlumder Genel Başkanı”nın bir siyasi hareketin sözcülüğünü üstlenmesi aynı derneğin şubeleri tarafından bile kabul edilebilmiş değil. Mustafa Ercan, siyaset alanında konuşmakla o alanda aktör olmanın aynı şey olmadığı konusunda ısrarlı. Mazlumder”in ilgilendiği konuların çoğu siyasetin de ilgi alanına giriyor. Derneğin bir aktör gibi davranmaya başlaması hakemlik rolünü kaybetmesi anlamına geliyor Ercan”a göre. Ancak her yerde olduğu gibi sivil toplum kuruluşlarında da bir güç ve iktidar kullanımı söz konusu. Mazlumder İstanbul Şubesi”nde, Genel Merkez”in elindeki gücü “iyi olmayan” bir şekilde kullandığı kanaati yaygın.