Tuesday, July 17, 2007
Muhtıra olmayan muhtıra
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=83969,10,2
Muhtıra olmayan muhtıra
Meğerse değilmiş yahu, boşuna gerilmişiz... Demokrasi falan elden gitmiyormuş...
Eee, necip matbuatın değerli üyeleri, siyaset sahnesinin mümtaz aktörleri, şiştiniz mi şimdi? İki buçuk aydır boş konuşurmuşsunuz meğerse!
Ankara Beşinci İdare Mahkemesi, muhtıranın muhtıra olmadığına karar verdi.
Bir avukat, Genelkurmay’ın Internet sitesinde geceyarısına doğru yayınlanan “27 Nisan açıklamasını” mahkemeye vermiş (adamdaki cürete bak!), bir liralık sembolik bir manevi tazminat davası açmış (para kazanmak amacıyla ota boka bu tür davalar açanlara saygıyla duyurulur)...
Mahkeme davayı reddetmiş.
Ve de, muhtıranın muhtıra değil, bir “idari işlem” olduğunu belirtmiş.
Bir de, “zarar gördüysen Savunma Bakanlığı’na başvur” demiş ki, bana sorarsanız bu daha da ilginç bir hukuk şaheseri.
Davacı avukatın çağımıza uyum sağlayamadığı anlaşılıyor. Günümüzde muhtıranın nasıl verileceğini bilmiyor. (Türkiye’yi doğru dürüst bir ülke sanıyor, diyecektim, dilimi tuttum.)
Bir kere, artık “muhtıra” diye bir kelime kalmadığının, ona “andıç” denildiğinin bile farkında değil. İngilizce’sini kullansalar, “memorandum” kelimesinin kısaltması “memo” deseler bu sefer de Mehmet Barlas üzerine alınacak.
27 Nisan gecesi yayınlanan, masum bir basın bildirisidir. Bazı basın mensuplarına yarım saat önceden telefonla bildirilmiştir ama artık o kadarcık da olur.
Bir kere, “adresi” yoktur. Başbakana ya da herhangi bir yetkiliye seslenmemektedir, bir albayın evrak çantasında getirilip başbakanlığın kapısına bırakılmamış, TRT’ye götürülüp haber müdürünün burnuna dayanmamıştır. (Günümüzde her televizyon kanalını dolaşmaya kalksan, sabaha kadar işin bitmez.)
İkincisi, bildiride “asacağız, keseceğiz” gibilerden tehditler de yoktur. “Türk Silahlı Kuvvetleri idareye el koymaya kararlıdır” gibilerden, adamı ipe, pardon, ağırlaştırılmış müebbete götürecek tehlikeli “angajmanlara” girilmemiştir.
Üçüncüsü, bildiride imza yoktur. Ne Yaşar Büyükanıt’ın, ne de herhangi bir erbaşın...
Bildiride hiçkimse ve hiçbir kurum da doğrudan muhatap alınmış değildir. Kötüsü gelirse, “biz burada PKK’yı kastettik” ya da “genel olarak gericilerden sözettik” denilip çıkılır. Akan sular da durur.
1971 yılı muhtırasında “anayasada öngörülen Atatürkçü reformlar süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde” gibilerden bir ifade kullanılmıştı da, kazığı yemelerine çeyrek kalmış bütün dallama solcular “oh oh, reform yapılacakmış” diye zil takıp oynamışlardı!... Daha sonra görüntüyü kurtarmak için yönetime birkaç da “reformcu kaşkaval” dahil edilmiş, bu sivil bürokratlar bir süre sonra “reform meform yokmuş yahu, bizi işlettiler” deyip ayrılmışlardı.
Bu kez böyle “afaki” bir hataya düşülmemiştir. Laf aramızda, bildiride söylenenler de, her uygar vatandaşın onaylayacağı, altına kendi imzasını rahatlıkla atacağı şeylerdir.
Dolayısıyla, ortada bir muhtıra bulunmadığı da mahkeme kararıyla sabit olduğuna göre, işte ben de imzalayabilirim artık!
İmzamı atıyorum... Atıyorum ha... Aha attım gitti...
Fakat küçük bir skandal daha var bu olayda.
Davası reddedilen avukat var ya, Kemal Vuraldoğan...
Bu davayı açtığı öğrenilince Ankara Barosu’ndan kovulmuş! Üstelik hakkında “disiplin soruşturması” da başlatılmış.
Bir savcı da Kenan Evren hakkında “darbeci” diye dava açmaya kalkmıştı da, başına neler gelmişti... Böylece, Kenan Evren’in darbeci marbeci olmadığı ortaya çıkmıştı...
Şimdi bu dava reddedilince Kemal Vuraldoğan Ankara Barosu’na geri alınacak mıdır?
Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti midir?
Yoksa Sayın Vuraldoğan, siz kendinizi Stockholm Barosu’na kayıtlı falan mı sanıyordunuz?
Muhtırayı yazdığı iddia edilen köşe yazarı kim
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6443258&yazarid=131
Muhtırayı yazdığı iddia edilen köşe yazarı kim
İLK işaret Mehmet Barlas'tan geldi.
Mehmet Barlas dedi ki:
"Muhtıra metni kötü bir köşe yazarı üslubuyla yazılmış gibi duruyor."
Bu saptamanın ardından...
Zaman, Yeni Şafak ve Bugün gazetelerinden, "Muhtıra bir köşe yazarı tarafından yazıldı" iddiası geldi.
Komplo teorilerine zerre kadar prim vermediğimden...
"Muhtırayı bir köşe yazarı yazdı" iddiasını da ciddiye almadım.
Ancak...
İddiayı ciddiye almamam, "Kimi kastediyorlar?" sorusunun peşine düşmeme engel olmadı.
İşte bir dedektiflik macerasının öyküsü...
* *Ê *
"Köşe yazarı" ile ilgili ilk eşkal bilgisi, Zaman Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'nın sütununda verildi.
Ekrem Dumanlı şunları yazdı:
"Bir akademisyen-yazar, Genelkurmay'ın açıklamasında etkin bir rol oynamış. Bir dönem sağ cenahta gezinen hatta sağcı bir partiden milletvekili adayı olan bu beyefendi önce Genelkurmay'a gidiyor, ardından da Deniz Baykal'ın evine uğruyor. Birkaç gün süren görüşme trafiğinin ardından Genelkurmay web sitesinde gece yarısı açıklaması yapılıyor."
Yeni Şafak Gazetesi ise Ekrem Dumanlı'nın bu iddiasını sürdüren bir habere yer verdi dün.
Gazete bu "akademisyen yazar"ın eski Devlet Bakanı, DYP'li Ufuk Söylemez olduğunu yazdı.
Ancak Söylemez, "Bu deli saçmasıdır" diyerek iddiayı reddetti.
"Muhtırayı bir köşe yazarı yazdı" iddiası, dün Zaman Gazetesi'nde Tamer Korkmaz'ın sütununda da dile getirildi.
Korkmaz'ın yazdıkları şöyle:
"Muhtıra, hık demiş bir köşe yazarının klavyesinden düşmüş gibi duruyor. Ankara kulislerinde postal yalamakla nam salmış bir köşe yazarından bahsediliyor. Muhtıracı yazarın 26 Nisan gecesi Baykal'ı evinde ziyaret ettiği de iddia ediliyor."
Ve dünkü Bugün Gazetesi'nde Nuh Gönültaş'ın köşesi...
İddia bu köşede de yer aldı ve "Muhtıra"yı kaleme aldığı söylenen köşe yazarının özellikleri şöyle sıralandı:
"Asker değil, bir sivil... Öğretim üyesi, bazı gazetelerde yazılar yazıyor... Ve ulusalcı takılıyor. Ve ilginçtir, 'dinci' bir gazetede yazıyor! Ve sanırım Dışişleri Bakanı olmayı umut ediyor bir kaos ortamında!"
* *Ê *
Böylece eşkal tamamlandı...
Kastedilen ismin temel özellikleri şunlardı:
Öğretim üyesi... 'Dinci' bir gazetede yazıyor... Sağ bir partiden aday olmak istedi... Bugünlerde ulusalcı takılıyor... Kim olabilir bu isim?
Bir parça araştırma, bir parça istihbarat bilgisi ve biraz da bu iddiayı ciddiye alan iktidar çevreleriyle görüşme...
Sonunda ulaştığım isim Hasan Ünal'dır.
Hasan Ünal, bir süre öncesine kadar Ekrem Dumanlı'nın yönettiği Zaman Gazetesi'nde yazıyordu.
Sonra gazeteyle arası açıldı...
Sağ partilerdeki arayışı da bu döneme tekabül ediyor.
Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi olan Hasan Ünal, şimdi iki gazetede yazıyor...
MHP'ye yakın Yeni Çağ Gazetesi ile Milli Görüş'ün yayın organı Milli Gazete'de...
Ünal, Milli Gazete'de dün yayınlanan yazısında AKP'lilere şunu söylüyordu:
"Kendiniz ettiniz ve kendiniz bulacaksınız. O kadar."
Ulusalcı kanallarda programlar yapan Hasan Ünal, iktidarı özellikle dış politika açısından sert bir şekilde eleştiriyor.
* *Ê *
Ben Genelkurmay Başkanlığı'nın derdini anlatmak için Hasan Ünal gibi birine ihtiyaç duyacağı iddiasını saçma bulanlardanım.
Ancak...
Gazeteci arkadaşların yazmaktan imtina ettikleri ismi burada yazmayı da görev saydım.
Hem belki Hasan Ünal, "Genelkurmay karargahı ile Deniz Baykal'ın konutu arasında mekik dokuduğu iddiası"na bir yanıt verir de, bu saçma iddia da geçerliliğini yitirir...
Aldırma Sabahattin Ali
SENE 1933'tür... Atatürk hayattadır... Cumhuriyet Halk Fırkası tek parti iktidarını sürdürmektedir. İşte böyle bir dönemde, Sinop Hapishanesi'nde yatmakta olan bir şair, kederli dizeler yazmaktadır.
Şairimiz ilhamını Sinop Hapishanesi'nin duvarlarını yalayan dalga seslerinden almaktadır:
"Dışarıda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Beni bu sesler oyalar / Aldırma gönül aldırma."
Şairimizin adı Sabahattin Ali'dir.
Hapse düşmesinin nedeni ise Atatürk'e hakarettir.
Konya'da öğretmenken, içkili bir dost sohbetinde söylediği bazı sözler nedeniyle, bir öğretmen arkadaşı tarafından devlete ihbar edilmiştir. İhbar eden kişi 90'lı yılların meşhur Atatürkçüsü Cemal Kutay'dır.
Sabahattin Ali işte bu yüzden düşmüştür mahpus damına...
Ama o gönlüne "Aldırma" diyerek teselli bulmaya çalışmaktadır:
"Kurşun ata ata biter / Yollar gide gide biter / Mahpus yata yata biter / Aldırma gönül aldırma."
Deli dalgaları duyan ama denizi göremeyen Sabahattin Ali, kendisine bir çıkış noktası da bulmuştur:
"Görmek istersen denizi / Yukarıya çevir yüzü / Deniz gibidir gökyüzü / Aldırma gönül aldırma."
Ve 1933 yılında Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle mahpus damına düşen Sabahattin Ali'nin bu sözleri, şimdi Atatürk'ün çocukları tarafından Tandoğan ve Çağlayan meydanlarında haykırılmaktadır.
Ne diyelim? Aldırma Sabahattin Ali aldırma!
Yasalarla ve hukukla böylesine zıtlaşan bir ordu olabilir mi?
http://www.gazetem.net/ahmetaltan.asp
Bu ne şimdi?
Bu ne şimdi? İnsan sürekli olarak yaşadığı ülkeden şikayet eder mi?
Ne bıktırıcı bir şey bu…
Ama her geçen gün bir başka rezaletle karşılaşıyoruz.
Yahu, ne demek bir çete sanığına “üstün hizmet madalyası” vermek?
Veren de bir general.
Üstelik şu anda görevde.
“Sanığın” işlediği iddia edilen suçlar ise öyle az buz şeyler değil.
Danıştay baskınından Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasına kadar birçok “provokasyonu” gerçekleştiren bir örgütün yöneticilerinden olmakla suçlanıyor.
Amacı, bu toplumun dengesini ve güvenliğini yok etmek olan bir örgütten söz ediyoruz.
Bir ordunun generali, böyle bir sanığa neden madalya verir?
Bu “madalyanın” anlamı ne?
“Üstün hizmet” ne demek?
Kime hizmet etmiş?
Bu ülkenin halkına hizmet etmediği çok açık.
Öyle çok soru işaretiyle karşı karşıyayız ki…
Madalyayı veren general bunu kendi inisyatifiyle mi yaptı?
Yoksa madalyayı veren generale üstlerimi emir verdi?
Son zamanlarda her türlü tuhaf olayın altından bizim ordu çıkmaya başladı.
Amerika’da Türkiye’yi karıştıracak senaryoların konuşulduğu bir toplantı yapılıyor.
Katılanların arasında bizim generaller.
Anayasa Mahkemesi’nin başkanını öldürmekten, Beyoğlu’nda elli kişinin ölümüne yol açacak bombalamalardan söz ediyorlar.
PKK’nın reislerinin teslim edilmesinin iyi olmayacağını söylüyorlar.
Şemdinli’de görevli astsubaylar dükkan bombalayıp adam öldürüyorlar.
Genelkurmay’ın internet sitesinde yasalara aykırı biçimde muhtıra yayınlayıp toplumu da, siyaseti de, devleti de çığrından çıkartıyorlar.
Ne oluyor?
Ne istiyor ordu?
Yasalarla ve hukukla böylesine zıtlaşan bir ordu olabilir mi?
Biliyorsunuz ülkenin her yanından içinde “emekli subayların” olduğu çeteler fışkırıyor.
Şimdi emekli de olsalar bir zamanlar askerdi bu adamlar.
Teröre, çeteye, suça bu kadar rahat bulaşacak bu adamları nasıl ve kim yetiştirdi?
Kim örgütledi?
Neden örgütledi?
Ve, şimdi neden bu adamlara madalya veriyorlar?
Eğer bu çeteler amaçlarına ulaşsalardı, Türkiye şu anda kanlı bir terör bataklığının içinde debeleniyor olacaktı.
Cinayetlerle, bombalamalarla, ölümlerle sarsılacaktık.
Bizim ordu bütün bu olaylardan sonra “orduyu yıpratmayalım” diye açıklamalar yapıyor.
Bu rezaletleri eleştirenleri “ordu düşmanı” ilan ediyor.
Bence de “orduyu yıpratmayalım.”
Ama ordu, “kendinize çeki düzen verin” diyenler tarafından yıpratılmaz.
Orduyu yıpratmak isteyen biri, “hukuk çizgisinin içinde durun” der mi hiç?
Hukuka saygı göstermek, orduyu yıpratmaz...
Bir ordu, “çete sanıklarına” madalya vererek yıpranır.
Bırakın, saygıdeğer, suçtan uzak, hukuk çizgisinde, güvenilir bir ordumuz olsun.
Mayınların patlamasını önleyin, askere gönderdiğimiz çocuklarımızı iyi koruyun, ardı ardına gelerek insanlarımızı ağlatan şehit cenazelerinin sayısını azaltacak yöntemler bulun, sınırlarımızı savunun, teknolojinizi geliştirin.
Çetelerden uzak durun.
Siyasete karışmaktan vazgeçin.
Bakın, bu ülkenin çok ciddi sorunları var, eğitimi var, sağlığı var, tarımı var; izin verin de onlarla uğraşalım.
Çetecilere madalya vermek de nereden çıktı Allah aşkına.
Niye yapıyorsunuz bunları?
Monday, July 16, 2007
28 Şubatın İdeolojisi: Türk usulü nasyonal sosyalizm
Mümtaz'er Türköne , Zaman , 28.subat.2007
28 Şubatın İdeolojisi: Türk usulü nasyonal sosyalizm
28 Şubat'ın zirve yaptığı günlerde, Genelkurmay İkinci
Başkanı hâlâ hizaya girmeyen köşe yazarlarından şikâyetini,
ünlü gazete patronuna iletmiştir. Gazete patronu, biraz da
çalışanlarını koruma kaygısıyla olsa gerek yazarlarla
28 Şubat'ta adı çok sık duyulan bu generali bir toplantıda
yan yana getirir.
Taha Akyol, şu soruyu sorar: "Niye Türk toplumunun
geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için
Türkiye'de çok değerli sosyologlar var. Niye onlara
danışmıyorsunuz?" Cevap, 28 Şubat'ın düşünce dünyasını
özetlemektedir: "Eğer sosyologlara danışırsak bu konudaki
kararlılığımız dağılır." Aynı generalin imzasını taşıyan
"Batı Harekât Konsepti" başlıklı metinde, aslında gazeteci
Akyol'un sorduğu sorunun cevabı bulunmaktadır. Belgenin
"İrticaî faaliyetlerin yakın gelecekteki durumuna dair
değerlendirme" ana başlığının altında, ilk iki sırada yer
alan "Gelir dağılımı dengesizliğinden kaynaklanan tehdit",
"İşsizlikten kaynaklanan tehdit" alt başlıklarından sonra
üçüncü sıradaki başlık aynen şöyledir: "Türk milletinin
dinine, örf ve âdetlerine bağlılığından kaynaklanan
tehdit."
"Türk milletinin dinine, örf ve âdetlerine bağlılığı"nın
bir tehdit olarak tanımlanmasını, "din karşıtlığı" veya
"millî-manevî değerlere düşmanlık" olarak kabul etmek,
oldukça iyimser bir değerlendirme olacaktır. Bu ifade,
Anayasa'nın başlangıç hükümlerine, 24. maddesine ve Millî
Eğitim Kanunu'nun amaç hükümlerine açıkça aykırı ve suç
niteliğindedir. Ama burada daha vahim bir durum
bulunmaktadır. Bu ifade Türk milletine ve onun tarihine
yabancılık ve buram buram cehalet kokmaktadır. Cehaletin
gerekçesi ise "kararlılığın dağılması" endişesidir. "Bir
fikri olmayanın kararlılığından ne çıkar?" sorusunu
soruyorsanız, düşünce tarihinde bunun da bir karşılığı
olduğunu hatırlatmamız gerekir. Fikrin olmadığı
kararlılıktan faşizm çıkar. 28 Şubatçıların biraz
cehaletlerinden, biraz da mecburiyetlerinden dolayı
benimsedikleri, belki de benimsemek zorunda kaldıkları
ideolojinin adı faşizmdir.
İtalyanların Il Duce'si Benito Mussolini, yakın tarihimize
yabancı değildir. Türkçede daha Latin harfleri kabul
edilmeden önce çevrilmiş "Faşizm" isimli bir kitap bile
bulunmaktadır. Tek parti döneminin seçkinleri, İtalya'daki
faşist yönetimi kendi arzu ve isteklerine eldiven gibi
uygun buldukları için, epeyce iktibas yapmışlardır.
Atatürk'ün ölümünden sonra cumhurbaşkanı olan İsmet
İnönü'ye layık görülen "Millî Şef" unvânı, Mussolini'nin
kullandığı "Duce"den aşırmadır. Aynı yılların başbakanı
Recep Peker, faşist bir ülke inşa etmek için çok mesai
harcamıştır.
Faşizm: Önce eylem, sonra fikir
"Duce şu anda ne düşünüyorsa faşizm odur." Bu söz,
faşist ideolojinin özetidir. Faşizm düşünceye değil eyleme
dayanır. Eylem ise, tabiî sıradan insanların değil,
kararını uygulatabilecek kitlelere, asker gibi emre hazır
bekleyen kıtalara sahip olanların, yani liderlerin veya
siyasetle uğraşan komutanların ayrıcalığıdır. Lider veya
komuta eden, özgürce durumu değerlendirecek ve eyleme
geçecektir. Emir alanların karardan, sadece eylem için
ayağa kaldırıldıkları zaman haberleri olacaktır. Sonra, bu
eylemden bir düşünce çıkartılacaktır. Önce eylem, sonra
düşünce gelecektir; düşünce sonradan sadece eylemi
meşrûlaştırmak için devreye girmektedir. 28 Şubat'ın
ideolojisi, cehaletin kutsandığı ve ilkelliğin egemen
olduğu işte bu ideoloji, yani faşizmdir. Fazla bilgi,
"kararlılığı engelleyen" gereksiz bir yükten ibarettir.
Faşizmin İkinci Dünya Savaşı'nın yıkıntıları arasında yok
olan mottolarının, 28 Şubatçılar tarafından hatırlanarak
yeniden gün yüzüne çıkartılması, biraz da cehaletin
verdiği cesarettendir. Çevik Bir'in I. Ordu komutanı iken
duvarlara yazdırdığı "Orduya sadakat şerefimizdir" sloganı
gibi. Bu slogan Nazi flamalarında ve SS kasaturalarında
yer alan "Unsere ehre heisst treue" sözünün tercümesidir
ve sorgusuz sualsiz sadakat bekleyen faşist ideolojinin
"sadakat şerefimizdir" ana fikrini anlatmaktadır.
Faşistlerin millete veya vatana sadakati içine alan bu
mottosu, bizimkiler tarafından bir adım daha ileri
taşınmaktadır. "Orduya sadakat", ordunun da varlık sebebi
olan vatana ve millete olan sadakati, faşizmin bile
hayallerini zorlayacak bir alana, silahlı kuvvetlere
hasretmektedir. Terslik şudur: Ordu, sadakat odağı
değildir. Askerî hiyerarşi içinde üstlere sadakat
gösterilmez; itaat edilir. İdeolojiler, sadakati parti
gibi siyasî örgütlere yönlendirir. Ordu, kendisi için var
olan bağımsız bir siyasî değer değildir. O zaman ilişki
tersine döner; vatan ve millet için var olan ordunun
yerini, ordu için var olan vatan ve millet alır. Eğer
sadakat gösterilecekse, ordu da, ordu mensupları da, tek
tek vatandaşlar da millete ve vatana sadakat göstermek
zorundadır.
Bugün, marjinal bir akım olarak kendisinden söz ettiren
"Yeni Ulusalcılık" da, 28 Şubat'ın başlattığı curcunadan
beslenen ve faşizme uzanan bir ideolojik yozlaşma halidir.
"Kararlılığı dağıtmamak" için sosyologlara danışmayan
28 Şubatçılar, sosyologların da içinde yer aldığı
üniversiteleri, Batı Çalışma Grubu marifetiyle, irtica
brifinglerinde aydınlatmıştır. Faşizm, bulaşıcı bir
virüstür. Kolay ve kestirme yollar, sınırsız otorite ve
tutarsızlık, üstelik sorumsuzluk birçok insana cazip
gelmektedir. Özgür ve özerk üniversite, irtica
brifinglerinin sığ ve mekanik analizlerini sindirebilmek
için eylemi düşüncenin önüne koymak gibi faşizmin
kalıpları içine giren sapmalara sahne olmuştur. Bu
sapmalar boyunca, Atatürkçülüğün faşizan yorumları
da üretilmektedir.
Uludağ Üniversitesi Rektörü'nün 18 Şubat 2004 tarihinde
"Bilimin Işığında Aydınlanma Seminerleri"nde yaptığı
konuşma böyle bir sapma halini temsil ediyor. Tıp
Profesörü Yurtkuran, Atatürkçülüğün diğer ideolojilerden
farkını "fikirden önce eylemin gelmesi" ile açıklıyor:
"Atatürkçü düşünce sisteminde önce eylem gelir. Klasik
ideolojilere göre teoriden hareketle uygulama gelmemiş,
bizzat uygulama Kemalizm'in çehresini belirlemiştir."
Anlatılan şeyin Atatürkçülüğe değil faşizme ait olduğunu,
"eylemin düşünceden önce gelmesi"nin faşizmin doğrudan
kendisi olduğunu bilmemenin suçu, bu tıp profesörüne
değil, 28 Şubat'ın berbat iklimine aittir. "İrtica
brifingleri" işte bu berbat iklimin "eylemden sonra gelen
fikrî karşılıkları" olarak tarihin kayıtlarına geçmiş
durumdadır.
28 Şubat sonrasında yargı, üniversite ve medya
mensuplarına verilen brifinglerde savunulan tezler,
tedavüle giren "28 Şubat İdeolojisi"nin dar çerçevesini
yansıtmaktadır. Gerçi bu brifingler Refahyol Hükümeti'ne
dehşet, bürokrasiye ve medyaya da korku salmak içindir.
Ama sonuçta bu brifingler verilmiş ve katılanlara uzun
uzun bir şeyler anlatılmıştır. Bu "bir şeyler" 28 Şubat'ın
tedavüle soktuğu "fikir ve bilim"i temsil etmektedir.
Marksist sınıf analizleri
Bu brifinglerin birkaç ana tezi bulunmaktadır. Tezlerden
ilki, Marksist araştırmacı Faik Bulut'un "Yeşil Sermaye
Nereye?" başlıklı kitabının özetidir. Bu kitaptan iktibas
edilerek sermaye arasında rengi "yeşil" olan bir kategori
icat edilmekte ve istatistikî kesinlikle, yine bu kitaptan
iktibasla keskin hatlarıyla hedef tahtasına konmaktadır.
Bu tez, piyasa ekonomisinin kurallarını boydan boya
yıkarak 2000 ve 2001 bankacılık krizine giden yolun ilk
taşlarını döşemiştir. Pazar ekonomisi, ahbap-çavuş
kapitalizminin hegemonyası altında ezilmiştir. Başından
sonuna kadar bir yolsuzluklar süreci olan 28 Şubat'ın
döşediği diğer taşlar bankacılık sektörünü yıkıma uğratacak
olan usulsüzlükler ve suistimallerdir. Serbest piyasa
düzeni, Marksizm'den ödünç alınan bu ilkel tezlerin
saldırısı altında çökmüştür. "Siyasal İslâmın Yayılması"
başlıklı küçük bir broşüre sığdırılan görüşler, geri
kalan tezleri özetlemektedir. Bu broşür, bir gelecek
projeksiyonu içermektedir. İki temel varsayımı vardır:
Birincisi, "din eğitimi alan mürteci olur". İkincisi,
"yoksulluk irticanın aslî kaynağıdır". Bu iki tez yan
yana getirildiği zaman, Türkiye'nin geleceğini karartacak
olan irticanın ulaşacağı tehlikeli boyutlar ortaya
çıkmaktadır. Kur'an kursları ve imam hatipler, yoksullukla
birleşerek mürteci yetiştirmektedir. Bu analizler Klasik
Marksizm'in bile, Marksizm'i ekonomizme indirgediği için
küçümseyeceği ilkel ve mekanik, altyapının
belirleyiciliğine dayanan sınıf analizleridir.
Bu analizlerle kesin bir sonuca ulaşılmakta, Millî
Görüş'ün yani o zamanın Refah Partisi'nin % 66 oyla
iktidara geleceği ileri sürülmektedir. Ne kadar sağlam bir
denklem değil mi? İmam hatipleri ve Kur'an kurslarını,
yoksullukla birleştirdiğiniz zaman ortaya % 66 oy çıkıyor.
Bu mekanik kesinlikten, rejimi kurtarmak için tek çözüm
çıkmaktadır: "Din eğitimi yasaklanmalıdır." 1997'de
yapılan bu öngörü, ironik ve farklı bir şekilde
gerçekleşmiştir. Din eğitiminin önü önerildiği şekilde
kesilmiş; ama 28 Şubat sürecinin banka yolsuzlukları
yüzünden yoksullaşan halk 2002 yılında iktidarı,
28 Şubatçıların Millî Görüşçü olarak hapse attığı bir
adamın liderliğindeki partiye teslim etmiştir. Oy oranı
% 66 değildir; ama Meclis'teki temsili bu orana
yaklaşmaktadır.
28 Şubat İdeolojİsİ: 'Yenİ UlusalcIlIk'
Türkiye'de 28 Şubat'ın da beslendiği darbe geleneği, Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin geleneklerinin, Türk tarihinin
özgün karakterinin eseri değildir. 27 Mayıs'la birlikte
başlayan bu gelenek, ordu içinde elindeki silahı ve
komuta ettiği askeri iktidara tahvil etmeye çalışan
İttihatçı komitacılığın, yani çeteciliğin tezahürüdür.
Elinizde silah ve komutanız altında askerler var. Bundan
kişisel bir çıkar elde etmeye niyetlenirseniz önce bir
çete kurarsınız. Bu çeteye, üzerinizde üniforma olduğu
için "cunta" denir. Sonra darbe yaparsınız. Önce eylemi
yapıp, akabinde eyleminize meşruiyet aradığınız zaman,
düşüncede yaratıcı olamadığınız için tedavüldekilerden
birine müracaat edersiniz.
Türk ordusu içindeki 27 Mayıs'la başlayan cuntacı damarın
ilk müracaat ettiği düşünce Baasçılık, yani Arap
sosyalizmidir. Bu düşüncenin özü, Marksist sınıf
analizleri ve anti-emperyalist milliyetçiliktir. Bunun
Türk versiyonu olan "27 Mayıs Ak Devrimi", askerî
gelenekleri kuvvetli bir topluma yaslandığı için daha
fazla hiyerarşik ve otoriter bir versiyon üretmiştir. Hem
sosyalizmi, hem de milliyetçiliği güçlü bir sentezle,
fazla da kafa yormadan bir araya getirmek istiyorsanız
elinizin altında kuvvetli birikimiyle nasyonal sosyalizm
yani Alman faşizmi durmaktadır. 27 Mayıs'tan sonra ikiye
ayrılarak hem sağa hem de sola savrulan bu gelenek, ilk
defa 28 Şubat Süreci'nde yeniden bir senteze tabi
tutulmuştur. Bu sentezin adı sol milliyetçilik veya
ulusalcılık değil nasyonal sosyalizm yani faşizmdir.
Bugün 28 Şubat ideolojisi olarak yükselen 'Yeni
Ulusalcılık'ın nasıl bir ideoloji olduğunu anlamaya
çalışanlar, sosyalizmle milliyetçiliğin sentezlendiği
geleneği yeniden gözden geçirmelidir. Sorel'in sosyalist
mi, yoksa faşist mi olduğuna bir türlü karar veremeyen
düşünce tarihinin tartışmaları bizdeki bu ilkel senteze
ışık tutacak ipuçlarını taşıyor. Hem solcu olmak,
kapitalizmden ve liberalizmden nefret etmek, Kürt
düşmanlığını ırkçılıkla temellendirmek; anti-emperyalist
olmak bir yandan da otokratik askerî bir yönetimi
demokrasiden ölesiye nefret ederek savunmak ve devleti
ulu bir mabud gibi yükseklere yerleştirmek nasıl mümkün
olabilir? Bunun bir tek yolu vardır: Faşizm.
Faşizmi, bir siyasî eğilimi nitelemek yerine bir hakaret
olarak kullananların "Yeni Ulusalcılık"ı bu gözle yeniden
değerlendirmesi gerekir. Brifing salonlarında vülger bir
Marksizm'le kendini ele veren 28 Şubat'ın ideolojisinin
elimizdeki zengin ideolojiler listesindeki karşılığını
arayanların ise Alman nasyonal sosyalizmine ve İtalyan
faşizmine müracaat etmesi gerekir. Dört askerî darbemizden
ikisi cunta eseridir, ikisi ise emir- komuta zincirine
riayet edilerek gerçekleştirilmiştir. Emir komutaya uyan
darbeler, meşruiyetini kurumsal yapısına dayandırdığı için
ideolojik arayışlara girmek yerine sınırları belirsiz
yumuşak bir Atatürkçülükle iktifa etmiştir. 28 Şubat
Süreci, tıpkı 27 Mayıs gibi bir cunta eseridir. Cuntanın
yani çetenin adı, hepimizin bildiği Batı Çalışma Grubu'dur.
Bütün cuntalar gibi ideolojik bir desteğe ihtiyaç duymuş
ve el yordamı ile bulduğu nasyonal sosyalizme dört elle
sarılmıştır.
28 Şubat'ın ideolojisi işte bu el yordamı ile bulunmuş,
ama ısrarla savunulmuş Türk tipi bir nasyonal sosyalizmdir.
Ve bu ideoloji günümüzün Yeni Ulusalcı akımı tarafından
hakkıyla temsil edilmektedir.